Önsöz:

 

            Yazılı belgelerde bin yılı aşkın geçmişi olan Türk yüksek eğitimi, 1981 de çıkarılan 2547 sayılı yasa, yüksek eğitimin yaygınlaşmasına katkı sağlarken; yüksek öğretim çerçevesinde ciddi sıkıntılara yol açmıştır. Merkezi ida-renin  yetkilerinin artması, alt birimlere uygulanan baskıcı yöntemler, üniversite ve bilim çevrelerinde endişe ve kişi-liğin ezilmesine  neden olmuştur. TV ekranlarında ağlayan rektörler, görev sürelerinin dolmasına günler kala istifa zo-runluluğunda bırakılan yöneticiler, yollarda itilen-kakılan-sürüklenen öğrenciler görmeye alıştığımız manzaralar olmuştur.

            Türk tarihinin hiç bir döneminde görülmedik şekil-de, tüm siyasi kadroların ortaklaşa kararı ile meclis araştır-ması açılan YÖK,  ülkemizin en ciddi orunlarından biri durumundadır.

            Bu çalışmada ülkemizde YÖK uygulamalarına bağlı olarak yaşadığımız sorunları incelemeyi ve çözüm önerileri getirmeyi amaçladık. Kullandığımız veriler ağırlıklı olarak YÖK'nun internet sayfasından alınmıştır.

            Amacımız sorunlara dikkati çekmek ve tartışıl-malarını sağlamaktır. Getireceğimiz önerilere veya tespit-lere eleştirilerin olması veya değişik önerilerin olması tabiidir. İnancımız, müsademe-i efkardan, barika-i haki-katlerin doğacağıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

İçindekiler                                                          Sayfa No

Giriş...........................................................................

3

Üniversitelerimiz ve Yüksek Öğretim Politikamız....

9

2547 sayılı yasanın sorunlar......................................

15

Yüksek öğretimde finansman sorunu........................

23

Üniversiteler ve bilim adamı kişiliği.........................

31

Yasal durum, idare ve demokrasi..............................

37

Eğitim ve öğretim sorunları.......................................

43

Yurt dışı eğitim ve öğretim üyesi yetiştirilmesi.........

57

Bilimsel araştırmalar..................................................

71

Nasıl bir YÖK?........ Öneriler....................................

83

Kaynaklar...................................................................

95

Ek 1............................................................................

96

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Giriş

 

            Bilim ve kültür, tüm medeniyetlerin ve impara-torlukların temel dayanağıdır. Tarihte kurulmuş tüm büyük devletler, ad ve sistemleri ne olursa olsun, bu iki temelden güç almaktadırlar. Milli kültüre sahip olan ve çağdaş bilimin gereklerini yerine getiren bilim adamları ise medeniyetlerin temel taşlarını oluşturmuşlardır. Konu-nun veciz ifadesi, alimlerin mürekkeplerinin şehit kanları ile eşdeğer tutulmasıdır. Şüphesiz bu yaklaşım, toplum ve tarih önünde sorumluluklarının bilincinde olan ilim adamlarına, ne pahasına olursa olsun, yalnızca gerçekleri ve doğruları söylemek yükümlülüğü getirmektedir. 1300 yıla varan Türk-İslam tarihinde bilim adamlarının, tüm devletlerin kuruluşlarında ve yükselmelerinde payları kadar; yıkılmalarında da sorumluluk ve ihmalleri vardır.

            Yükselen her devlette bilimin önderliği dikkat çekicidir. Siyasi gücün karşısında eğilmeyen, itici de olsa daima doğruları söyleyen bilim adamları; vicdanın, bili-min, halkın ve hakkın sesi olmuştur. Unutulmamalıdır ki: Osman Gazi’nin yanında Şeyh Edebali, Fatih'in yanında Akşemsettin ve Molla Gürani, Yavuz'un yanında İbn-i Kemal, Kanuni'nin yanında Zembili Ali Efendi hiç bir şahsi beklentileri olmadan, daima, acı da olsa gerçekleri söyleyen danışmanlardı.  Çarpıcı örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili bir anekdotu anlatmakta yarar vardır.

            Muhteşem Süleyman, ölüm döşeğinde iken mezarına tarif ettiği bir küçük sandukanın konulmasını vasiyet eder. Vefatından sonra söz konusu sandukanın mezara konmasına din alimleri itiraz ederler. Tartışma esnasında yere düşen sanduka açılır ve padişahın tüm hükümdarlık süresince Şeyh-ül İslamdan almış olduğu fetvalar yerlere saçılır. Bu durum karşısında Şeyh-ül İslam Zenbili Ali Efendi ağlamaya başlar: “ Ey Hünkarım sen kendini garantiye almışsın. Ya ben ne yapacağım?”......... Sonuçta sanduka mezara konmaz........ Böylece cihan padişahının kendi mezarı dahi olsa, ilmin sözünün padişah sözünden daha geçerli olduğu görülür.

            Kanuni'den sonra başlayan duraklama ve gerileme dönemlerinde bozulma medreseden başlamıştır. Bu dö-nemde arada bir çıkan ve padişaha: “Atan Süleyman devri-ne dön!” diyebilen alimlere karşın; menfaatleri peşinde koşarken çağdaş bilimi unutan medrese mensupları ve yozlaşmış bilim çevreleri söz konusu idi.

            Bizans, alimlerinin meleklerin cinsiyetini tartıştığı dönemde fethedildiğini unutan bilim çevrelerimiz, 1600'lü yıllardan sonra, pozitif bilimler sahasında yeterli atılımları yapmayarak Osmanlı İmparatorluğun yıkılışını hazırladı.

Türk üniversite hayatının güncel durumunun ince-lenebilmesi için, cumhuriyet döneminde yaşanan geliş-melere de değinmek gerekir. Rahmetli Atatürk zamanında yasalaşan tevhidi tedrisat kanunu izleyen dönemde, Darül-fünun'da yapılan değişikliklerle üniversite reformu başla-mıştır. Almanya'da 1930'lu yıllarda başlayan çalkantılı dö-nemde, 85 Musevî asıllı bilim adamının Türkiye'ye sığın-ması ve üniversitelerde istihdam edilmesi ile bilim sahasındaki atılımlar hız kazanmıştır. 1960'lı yıllara kadar devam eden bu ivme, 27 Mayıs sonrası sosyal gelişmelere paralel olarak değişime uğramıştır. İhtilal döneminden anlatılan bir anekdot üniversiter hayatın durumunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 Cemal Gürsel ve MBK tarafından İstanbul'dan Ankara'ya davet edilen anayasa profesörlerinin komiteden ilk istekleri yemek olmuştur. Yemekten sonraki ilk soruları ise, "Bizden nasıl bir anayasa istiyorsunuz?" şeklindedir. Bu soru, genç ihtilalcilerin gözünde bilim adamlarının değerlerinin ve bilime saygının kayboluşunun başlangıcıdır.

1960 anayasası ile gelen özgürlük ortamı ve özerk-lik, maalesef üniversite çevrelerinde yeterince değerlendi-rilememiştir. Sınırsız bir özerklik anlayışı ile yüksek öğretim gençliği anarşinin içine itilmiş ve sonuçta "12 Eylül" olayına gelinmiştir. Acıdır: o dönemde özerklik adına üniversiteleri kurtarılmış bölge durumuna sokan mantalite, daha sonra bunun vicdani sorumluluğundan kaçınmıştır.

Üniversitelerde yaşanan bu sıkıntılar 1980 sonrası yüksek öğretim kanununun gerçekleştirilmesine gerekçe olmuştur. Temelde son derece iyi niyetli ve pozitif hükümler içeren  yasa, uygulamalardaki hatalar ve bilim çevrelerini dış etkilere açık bırakması nedeniyle, yakınma ve huzursuzluk nedeni olmuştur. Gerçektende, bilim adamlarını ve üniversiteleri merkezi otorite altına alan, bilim adamlarını  tartışamaz kişiler durumuna indirgeyen; "Her şeyi biz biliriz ve yaparız." diyen yaklaşım, üniver-sitelerin gelişimini etkileyen en önemli engel olmuştur.

 

 

 

    Tablo 1. Türk Yüksek Öğretiminde önemli adımlar

Kurum

Kuruluş Tarihi

Bağdat Nizamiyesi (Selçuklu)

11. yüzyıl

Gevher Nesibe Dar-üsşifası

12. yüzyıl

Fatih Medresesi

1463

Mühendishane-i Bahr-ı Humayun

1773

Mühendishane-i Berr-i Humayun

1795

Mekteb-i Tıbbiyeyi Aliye-yi Şahane

1827

Mekteb-i Mülkiye

1877

Hukuk Mektebi

1878

Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane

1882

Dar-ül Fünun

1900

Tevhidi-i Tedrisat Kanunu

1924

Üniversite reformu  ve İstanbul Üniversitesinin reorganizasyonu

1933

İstanbul Teknik Üniversitesi

1944

1961 Anayasası

1750 ve 7300 sayılı yasalar

1961

1981 Anayasası

2547 sayılı yasa

1981

 

Öte yandan 1983 sonrası demokratik platforma geçildiğinde; siyasi iktidar tarafından belirlenen yüksek öğretimde batı standardının yakalanması hedefi, maalesef kaliteden ziyade kantiteye yönelmiştir. Açılan sayısız üniversite, ikinci öğretim ve açık öğretime rağmen sonuç "yüksek öğretimli işsizler ordusu" olmuştur. Bu sonuçta fiziki imkanlar ve öğretim üyelerinin sayıca yetersiz olmaları en büyük etkendir. Örneğin açık öğretimdeki 532.476 gencin eğitimi, 17 öğretim üyesi (10 profesör, 7 doçent) ve 128 öğretim üye yardımcısı (20 yardımcı doçent, 103 öğretim görevlisi ve 5 uzman) tarafından yürütülmektedir. Keza, özellikle taşrada eğitim veren okutman ve uzmanların büyük bölümünün bilgi ve birikimleri ancak lise öğretmenliği düzeyindedir (1).

Sonuçta günümüz Türk yüksek eğitimi, 1000 yıla dayanan geniş birikimine karşın, sıkıntılar içerisinde boğulmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.”

M.K.Atatürk

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üniversitelerimiz ve Yüksek Öğretim Politikamız

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üniversitenin toplumsal görevleri olan 3 ana konuda ciddi problemleri bulunmaktadır (Tablo 2). Yük-sek Öğretim Kurulu (YÖK) ve Üniversiteler çerçevesinde sıkıntıların çok yönlü gibi gözükmesine karşın; temel sorun yüksek öğretimin toplumsal görevlerini yerine getirmemesidir.

 

Tablo 2. Üniversitenin toplumsal görevleri:

ü                 Eğitim ve öğretim (Lisans, lisans üstü, doktora),

ü                 Bilimsel araştırma, teknoloji ve sanayiye hazırlık,

ü                 Toplumla bütünleşme,

 

1980 sonrası globalleşen dünya ve batı ile entegrasyon sürecinde yüksek öğrenim politikalarımızda köklü değişiklikler olmuştur. Gerek Osmanlı zamanında başlayan ve gerekse cumhuriyet idaresinde modernleşen yüksek öğretim kurumları, 1981 anayasasının 130. maddesi, 1981 tarihli 2547 sayılı yasanın etkileri ile hızlı bir gelişim ve değişim içine girmişlerdir. Nitekim, 1978'e kadar üniversitelerimizin sayıları 19 iken, günümüzde Türk yüksek öğretim kurumları  toplam 72'yi (2'si yüksek teknoloji enstitüsü) bulmuştur. Bunlardan 20 üniversite Vakıflar kanununa göre kurulmuş olup, sadece 1 tanesi (İstanbul Batı Üniversitesi) henüz faaliyete geçmemiştir. Vakıf ve devlet üniversitelerindeki sorunlar ise farklılıklar göstermektedir.

Devlet Üniversiteleri: Köklü gelenek ve birikimlerine rağmen ciddi yönetim ve finans sorunları içinde bulunmaktadırlar.

1961 anayasasına bağlı olarak getirilen 1700 sayılı yasa ile yüksek öğretimde gerçekleştirilen değişiklikler, uygulamadaki yanlış ve yetersiz yorumlarında etkisi ile kaos ortamının doğmasına neden olmuştur (Tablo 3). Keza ayni dönemde gerçekleşen 7300 sayılı yasa ile kurulan Ortadoğu Teknik Üniversitesi de benzer sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Kaldı ki yüksek öğretim sahasında birbirinden farklı 2 kanunla gerçekleşen uygulama standardizasyonu engellemiştir.

 

Tablo 3. 1750 sayılı yasanın sıkıntıları:

ü      Kurullara verilen yetkilerin fazlalığı (Kürsü ağalığı)

ü      Yöneticilerin sadece uygulayıcı konumunda kalmaları,

ü      İdari-ekonomik denetim zafiyeti,

ü      Özerklik yorumundaki hatalar,

ü      Hiyerarşiye bağlı yönetim ve bilim anlayışı,

 

1750 sayılı yasa ile üniversitelerde kurullara veri-len fazla miktardaki yetkiler, 3 ciddi soruna neden olmuş-tur. Öncelikle üniversite yönetimleri alt kurulların aldığı kararların uygulama mevkii durumunda kalmıştır. Özellik-le alt kurullara verilen yetkiler “kürsü ağalığı” olarak ad-landırılan olguya yol açmıştır. Bu sistem kürsülerin istedi-ğini yapar duruma gelmesine neden olmuştur. Bu idari yapılanma içerisinde akademik kadrolarda olaydan etki-lenmiş ve hiyerarşiye bağlı yönetim ve bilim anlayışları yaygınlaşmıştır. Kürsüye alınacak kişilerin keyfi seçimi, akademik olarak alt kademede bulunan öğretim üyelerinin çalışmalarının ve ilerlemelerinin üstlerce keyfi olarak yön-lendirilmesi veya engellenmesi en çok eleştirilen konular-dandır. Kaldı ki idarede bulunan kadroların denetimlerinde yaşanan zafiyet ve özellikle 1980 öncesi anarşi dönemin-de üniversitelerde özerkliğin yanlış yorumlanması ciddi eleştiri noktalarını oluşturmuştur.

Ara rejimde 1981 anayasasına bağlı olarak gerçek-leştirilen 2547 sayılı yasa ile tüm bu yanlışlıkların düzel-tilmesi amaçlanmıştır. Ancak yapılan düzenlemelerde “kantarın topuzunun ne kadar kaçırıldığı” tartışmalıdır.

2547 sayılı yasa ile tüm yüksek öğretimde  hedef-lenen amaçlar tablo 4‘te verilmiştir. Bu amaçların bir kısmı açıkça deklare edilmesine karşın; bazıları yasada yazılı olmaksızın -zımmen- gerçekleştirilmeye çalışılmış-tır. Yeni açılan üniversiteler, akademik ilerleme için rotasyon mecburiyeti, tüm yüksek öğretimin tek merkezde toplanması bu yasanın sonuçlarıdır.

Tüm bu iyi niyetli hedef ve uygulamalara karşın; yasanın gerçekleşmesi aşamasında ki antidemokratik örgü, etkilerini göstermiş; ilk yıllarda başarılı gibi görünen çalışmalardan sonra sistem tümüyle tepeden inmeci, bilimsel özerkliği dahi kısıtlayan uygulamalara dönüş-müştür.

2547 sayılı yasanın ilk uygulandığı yıllarda başarılı gözüken uygulamalar demokratik ortama geçişle birlikte hedefinden saparak dejenere olmuştur. Burada demokratik ortamı eleştirdiğimiz gibi bir anlam çıkarılmasın. Hemen belirtelim ki: antidemokratik ortamda çıkarılan yasa, ortam değiştiğinde kendiliğinden demode olmuştur. Şüphesiz bu sonuçta idari kadrolarda bulunan kişilerin bireysel kararlarının ve “benim memurum işini bilir” veya “ anayasanın bir kez delinmesinden bir şey olmaz” anlayışı da etken olmuştur.

 

Tablo 4 . 2547 sayılı yasa ile hedeflenen amaçlar:

ü      Üniversiteyi disipline etmek,

ü      Yüksek öğretimde tek-merkezi idare, standardizasyon

ü      Verimin artırılması,

ü      Okullaşmanın artırılması,

ü      Eğitimin yaygınlaştırılması,

ü      Taşra üniversitelerinin desteklenmesi.

 

 

Tablo 5. 2547 sayılı yasanın sonuçları:

ü      Artan okullaşma oranı (teknik düzey ağırlıklı),

ü      Dökümentasyon merkezi kurulması,

ü      Projelerin desteklenmesi,

ü      Yurtdışına öğrenci gönderilmesi,

 

Tablo 5‘de gösterilen 2547 sayılı yasanın başlan-gıçta başarılı sayılabilecek sonuçları zamanla yetersiz kalmaya başlamış ve çağın gerekleri karşısında yetersiz kalmıştır. Aradan geçen 19 yıla karşın okullaşmada gelişmiş ülkeler düzeyi yakalanamamıştır. Büyük bir hedefle başlanan dökümentasyon merkezi kütüphane düzeyini geçememiştir. Proje desteklenmesi yetersizdir. Yurtdışına öğrenci gönderilmesi ise içler acısı durumdadır. (Bu konuyu ilerleyen bölümlerde daha açık olarak inceleyeceğiz.) Tüm bu genel olumsuzlukların yanı sıra, yasanın uygulamasında tümüyle yanlış giden –yürümeyen- politikalarda gündeme gelmiştir. ( Tablo 6).

 

Tablo 6. 2547 sayılı yasanın gerçekleşmeyen hedefleri:

ü      Yardımcı doçentlik kadroları hedefinden uzaklaşıp yönetim için silah oldu.

ü      Rotasyon mecburiyeti yürümedi.

ü      Dikta yönetim ve üniversitelerin sindirilmesi,

ü      Üniversite kişiliğinde-saygınlığında  yıpranma,

ü      Tam gün olgusunun ihlali,

ü      Akademik denetimsizlik,

ü      İdari denetim sorunları,

ü      Vakıf üniversiteleri sorunu,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2547 Sayılı Yasanın Sorunları

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yardımcı doçentlik kadroları: Yasada yeterli öğretim üyesi yardımcısı sağlamak ve öğretim üyesi yetiş-tirmek amacı ile yer bulan yardımcı doçentlik kadroları hedefinden saptırılmıştır. Günümüzde bu kadrolar büyük üniversitelerde kadro bulamamış daha üst düzeydeki öğre-tim üyelerinin istihdamı veya küçük üniversitelerde rektör-lük seçimlerinde oy potansiyeli olarak değerlendirilmek-tedir. Her rektörlük seçim yılında üniversitelerde bol miktarda yardımcı doçent atamalarının yapılması bu savı desteklemektedir. Kaldı ki bu atamalar yapılırken yeteli dikkatin gösterildiği de söylenemez. Seçime yetiştirmek amacı ile dosya gönderilmeden faksla alınan jüri raporları, doktorasını biter bitmez, öğretim üyesi olan akademik elemanlar bu uygulamaların sonuçlarıdır.

Rotasyon uygulaması: Başlangıçta taşradaki üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyacının karşılanması amacı ile yapılan düzenleme ilk birkaç yılda yürümüş; daha sonra kılıfına uydurma yöntemi ile ortadan kalkmıştır. Yasanın öngördüğü “ akademik ilerleme için rotasyon zorunluluğu” artık yapılmamaktadır. Kanunun bu maddesi ve buna bağlı olarak değişiklik getiren maddeler sadece üniversite dışındaki doçentlerin profesör olmalarını sağlamak amacı ile uygulanmaktadır. Buna göre büyük şehirlerde çalışan üniversitelerin dışında çalışan doçentler, 15-30 günde bir kez gidip ders anlatarak kanunda belirlenen süreyi tamamlamak üzere rotasyonu gerçekleştirmektedir. Yasal süre tamamlandığında ise bu elemanlar üniversitelerle ilişkilerini kesmektedirler.

Dikta yönetim ve üniversitelerin sindirilmesi: Toplumun en aydın kesimi olan akademisyenler, merkezi uygulamalar ve atanmışların yetkileri toplaması sonucun-da pasiviteye itilmektedir. Tepeden inmeci anlayış üniver-sitelerde kişilik erozyonuna neden olmaktadır. Televizyon ekranları karşısında ağlayan veya sürelerinin dolmasına kısa süre kala istifası istenen rektörler bu sindirme politikalarının sonucudur. Kısa süre önce istifa etmek zorunda kalan Mersin, Denizli, Afyon, Çanakkale ve Marmara Üniversitelerinin rektörleri bu savın kanıtlarıdır. Dahası bu bilim adamı onurunu yaralayan uygulamalar görevlerine devam etmekte olan idareciler için de tehdit unsuru olmaktadır. Atanana kadar kendi geçmişlerindeki başarısızlıkları, yetersizlikleri ve bilgisizlikleri unutan idareciler; atanmanın hemen akabinde her şeyi bilen, “vahiyle aydınlatılmış" alim-idareci olmaktadır. Başarı-sızlık nedeniyle eski görevlerinden ayrılmak zorunda kalanlar veya hayatında hasta sahibi olmak dışında hastane idaresini konusunda deneyimi olmayanlar, bir günde her şeyi bilen vazgeçilmez yöneticilik iddiasında bulunabil-mektedir. Keza yaşadığımız bir örnekte olduğu gibi "hayatında transplantasyon hastası odasına girmemiş kişiler" karar verme makamına gelince en doğruyu kendilerinin bildiklerini iddia edebilmektedirler.

İdari kadrolarda toplanan aşırı yetkiler, akademik ilerlemeden özlük haklarına kadar tüm bireysel hakların tehdit unsuru olarak kullanılmasına olanak sağlamaktadır. Bu baskıcı anlayış, sonuçta üniversiter kimliğin yıpranma-sının yanı sıra bilim adamlarında da çekincelere yol aç-maktadır. Artık üniversiter hayatımızda çekinmeden kendi düşüncelerini açıklayan ve hele hele idarecilerin aksine görüş bildirenlerin rahat etmesi mümkün değildir. Özlük haklarına kısıtlamalar, disiplin yönetmeliğindeki muğlak ifadelere sığınarak açılacak soruşturmalarla sindirme sağlanamazsa, 13/B'ye göre başka yerlerde yapılacak görevlendirmeler öğretim üyelerinin başında "Demoklesin kılıcı" gibi sallanmaktadır.

Tam gün çalışma: Mevcut yasayla getirilen tam gün çalışma kuralı uygulamadaki farklılıklar nedeniyle sıkıntılara yol açmaktadır. Merkezi idarenin sağlayacağı ifade edilen standardizasyon vaadine karşın; pratikte üni-versiteler arasında dahi birliktelik sağlanamamıştır. Deği-şik üniversiteler arasında farklılıklar olduğu gibi, ayni üniversitenin fakülteleri arasında da değişiklikler olabil-mektedir. Örneğin tüm tıp fakülteleri içinde 2'si dışında tamamında part-time uygulamasına izin verilmektedir. Gösterilen gerekçelerse inandırıcılıktan uzaktır. Tam gün çalışan kimi öğretim üyelerinin kamu oyu ve medyanın gözlerinin önünde yaptıkları yaptıkları-açıkladıkları özel çalışmalar alışılan durum olmuştur.

Hemen belirtelim ki: kişisel olarak part-time'a kar-şıyız. Üniversiter çalışmanın tam gün olması gerektiğine inanıyoruz. Ancak burada tartışmaya çalıştığımız konu, sistem adına gündeme gelen farklı kararlardan önce, uygulamanın sistemsizliğidir.

Akademik denetimsizlik: 2547 sayılı yasa ile ge-tirilen bilimsel denetim konusu uygulamada gerçekleş-memiştir. Üniversitelerimizdeki bilimsel çalışmalar ço-ğunlukla akademik ilerleme amacına yöneliktir. Nitekim bilimsel çalışmaların çoğunluğunun akademik aşama ama-cıyla yapılması bu savımızı kanıtlamaktadır. Akademik ilerlemesini tamamlamış öğretim üyeleri içinse, bilimsel çalışmaları teşvik edici faktör kalmamaktadır. Profesörlük aşamasına ulaşmış öğretim üyelerinde, çalışmalar özel sahada yoğunlaşmaktadır.

İdari denetimsizlik: Öte yandan idari açıdan yapı-lan denetimler tümüyle merkezi idareye aittir. Akademis-yen kadrolara yöneticilerini denetleme hakkı verilmemiş-tir. İdarecilerin atama ağırlıklı olarak görevlendirilmeleri ve sadece üst denetime tabi olmaları, idari olarak altla-rında bulunan kadrolara karşı sorumsuzluklarını sağlamak-tadır. Başarısız veya olumsuz uygulama sahiplerine karşı kullanılabilecek tek denetim ve ibra mekanizması olan rektörlük seçimleri ise, idareye verilen yardımcı doçent atama yetkisi nedeniyle, kendi “seçmenini kendi atar” noktasına ulaşmıştır. Nitekim tüm üniversitelerde (özel-likle gelişmekte olan veya yeni üniversitelerde) seçim yıllarında kalitenin düşmesi pahasına yapılan bol miktar-daki yardımcı doçent atamaları bu savı kanıtlamaktadır. Dahası idarecilere tanınan aşırı yetkiler ve akademisyenler için yüz karası olan yağcılık olayı, idari denetimin yetersizliğinin yanı sıra akademisyen kişiliğinde erozyo-nun göstergesidir. Akademik ilerlemelerde, kadro tahsi-sinde, hatta bilimsel aktivitelerde getirilen keyfi uygulamalara karşı, hiçbir güvencenin ve denetim meka-nizmasının olmaması, idarenin alt kadrolara karşı umursamaz uygulamalarına yol açmaktadır.

 

Vakıf Üniversiteleri: 2547 sayılı yasaya dayanılarak, vakıflarca açılan 20 üniversiteden, 1999-2000 öğretim yılı itibariyle, 19’u öğrenci kabul etmektedir. Te-mel amaç itibariyle takdire değer bir yaklaşım olan vakıf üniversite olayı, realitede kişilere bağlı üniversiteler haline gelmiştir. Her vakıf üniversitesinin belirli kişi veya guruplarla anılıyor olması bu savın kanıtıdır. Bu üniver-siteler, ya kişilere bağlı olarak çalışmakta veya gurup adına yine kişiler tarafından yönetilmektedir. Acıdır, 20 vakıf üniversitesinden hiç biri devlet yardımı olmadan ayakta duramaz haldedir. Bu noktada, akla ister istemez bu kuruluşların vakıf adı altında devlet desteği ile kişisel arzular istikametinde mi çalıştığı sorusu gelmektedir.

Öte yandan vakıf üniversiteleri arasında standar-dizasyondan bahsetmekte mümkün değildir. Üst düzeyde eğitim veren kuruluşların yanı sıra, kanunun öngördüğü koşulları ancak sağlayabilen kuruluşlarda bulunmaktadır. Denetim yetersizliği en büyük sorun olarak devam etmek-tedir. Tablo 7‘de ülkemizde halen mevcut bulunan vakıf üniversiteleri ve kuruluş tarihleri özetlenmiştir. Bu üni-versitelere 1998 yılında 17.551 öğrenci yerleştirilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

     Tablo 7. Vakıf üniversitelerimiz ve kuruluş tarihleri

Üniversite adı

Kuruluş tarihi

Bilkent

1984

Koç

1992

Başkent

1993

Galatasaray

1994

Fatih

1994

Yeditepe

1996

İstanbul Bilgi

1996

Işık

1996

Kadir Has

1996

Sabancı

1996

Çağ

1997

Çankaya

1997

Atılım

1997

Doğuş

1997

Beykent

1997

Maltepe

1997

İstanbul Kültür

1997

Bahçeşehir

1998

Haliç

1998

İstanbul Batı

1998

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İlmin vatanı yoktur ama alimin vatanı vardır.”

Louis Pasteur (1822-1895)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüksek Öğretimde Finansman Sorunu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüksek öğretimdeki en önemli sorunlardan biri, bütçeden ve GSYİH’dan ayrılan payın düşüklüğüdür. Gelişmiş ülkelerde toplam eğitime GSMH’dan ayrılan pay % 5.6-7.1 arasında iken; ülkemiz için bu rakam 1999 yılında % 0.84 olmuştur (Tablo 8). Yüksek öğretime yapı-lan kamu harcamalarının GSYİH’ya oranları gelişmiş ülkelerde % 0.6-1.6 arasında iken bu oran Türkiye’de % 0.8 dir (Tablo 9,10). Ancak bu rakamın realitede milli gelirle yakınen ilişkili olduğu; gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen milli gelirin 10 binlerle ifade edilen dolar düzeyinde olduğu, Türkiye’de ise milli gelirin 3.000 dolar olduğu unutulmamalıdır. Nitekim reel olarak yüksek öğre-timde öğrenci başına harcanan para, gelişmiş ülkelerde 6.500-16.000 dolar düzeyinde olmasına karşın; ülkemizde 604 - 880 dolar düzeylerindedir. Daha önceleri 1.400 dolar düzeyinde olan bu harcamalar özellikle son 5 yılda azalmış ve söz konusu  düzeylere inmiştir (Tablo 11,12).

Finansman yetersizliği yüksek öğretimde başlıca 3 sahada etkisini hissettirmektedir. Bunlar, eğitime yönelik alt yapı yetersizliği, öğretim elemanlarına sağlanan ekonomik imkanların uygunsuzluğu ve yetersiz Ar-Ge finansmanıdr.

Daha önce bahsedilen öğrenci başına harcama miktarında ki düşüklük, sonuçta özellikle taşradaki fakülteler ve meslek yüksek okullarında lise düzeyinde

 

 

 

 

Tablo 8. Eğitim için ayrılan bütçe ödeneklerinin yıllara göre değişimi. (Milyar TL) (2)<div align="center">

Yıl

Yüksek

Öğretim

Bütçesinin

Toplam Eğitim Bütçesinin

Topl. Eğ. Bütçesi İçindeki Payı (%)

Topl. Bütçe İçindeki

Payı (%)

GSYİH İçindeki Payı (%)

Bütçe Payı (%)

GSYİH Payı (%)

1981

24,0

3,1

0,58

12,9

2,42

1982

22,6

3,1

0,52

13,8

2,28

1983

24,9

3,8

0,69

15,2

2,75

1984

25,7

3,7

0,53

14,2

2,07

1985

24,4

3,0

0,42

12,3

1,74

1986

26,3

3,0

0,42

11,6

1,64

1987

25,7

2,9

0,42

11,3

1,67

1988

25,5

2,9

0,47

11,6

1,87

1989

26,2

3,2

0,45

12,2

1,74

1990

22,8

3,9

0,56

17,1

2,77

1991

23,7

4,2

0,69

17,9

2,90

1992

22,9

4,3

0,84

18,9

3,57

1993

22,5

4,1

0,90

22,0

3,72

1994

25,0

3,8

1,10

15,1

3,21

1995

25,1

3,2

0,90

13,5

2,30

1996

26,4

2,6

0,80

9,8

2,37

1997

28,4

3,1

0,80

11,2

2,81

1998

25,4

2,9

0,86

11,3

3,39

1999

22,9

2,8

0,84

11,7

3,50

 

eğitime yol açmaktadır. "Bir masa, bir mühür" felsefesi ile açılan üniversiteler, fakülteler ve yüksek okullar, idareci-lerin acz içerisinde çırpınması ile yürümeye çalışmaktadır. Yetersiz binalar, olmayan laboratuarlar, yetersiz sosyal imkanlar içerisinde yüksek öğretim güya yürümektedir.

 

Tablo 9. Toplam eğitime ve yükseköğretime yapılan kamu ve özel sektör harcamalarının GSYİH’ye oranları (1995). (2)

<div align="center">

Ülke

Toplam Eğitim/ GSYİH (%)

Yüksek öğretim/ GSYİH (%)

Almanya

5,8

1,2

ABD

6,7

2,4

Arjantin

4,1

1,0

Avusturalya

5,6

1,8

Çek Cumhuriyeti

5,7

1,0

Danimarka

7,1

1,3

Finlandiya

6,6

1,7

Fransa

6,3

1,1

Hindistan

2,6

0,7

İsrail

8,3

1,8

İsveç

6,7

1,7

İtalya

4,7

0,8

Japonya

4,7

1,0

Kore

6,2

1,9

Şili

5,6

1,8

TÜRKİYE

2,4

0,9

Yunanistan

3,7

0,8

 

Öğretim üyelerine sağlanan sosyal ve ekonomik imkanlar ise tümüyle yetersizdir. Amerika standartları ile kıyaslandığında 1000 doları dahi bulmayan profesör, 500 doları geçmeyen araştırma görevlisi maaşları ile öğretim üyelerinin günlük gailelerden sıyrılıp kendilerini bilime vermeleri güçtür.

Finansman sorununun bir diğer yansıması olan Ar-Ge zafiyeti ayrı bir konu olarak ele alınacaktır.

</div>

 Tablo 10. Toplam eğitime ve yükseköğretime yapılan kamu     harcamalarının GSYİH’ye oranları (1995). (2)<div align="center">

 

Ülke

Toplam Eğitim/ GSYİH (%)

Yükseköğretim/ GSYİH (%)

Almanya

4,5

1,0

ABD

5,0

1,1

Arjantin

3,4

0,7

Avusturalya

4,5

1,2

Çek Cumhuriyeti

4,8

0,7

Danimarka

6,5

1,3

Finlandiya

6,6

1,7

Fransa

5,8

1,0

Hindistan

2,4

0,6

İsrail

7,0

1,2

İsveç

6,6

1,6

İtalya

4,5

0,7

Japonya

3,6

0,4

Kore

3,6

0,3

Şili

3,0

0,4

TÜRKİYE

2,2

0,8

Yunanistan

3,7

0,8

</div>

 

 

 

Tablo 11.  Öğrenci başına bütçe ödeneğinin yıllara göre değişimi. (2)

 

Yıl

Öğrenci  toplam

başına  bütçe öd.

Öğrenci cari

başına harcama

 

Örgün

Toplam

Örgün

Toplam

1981

2.014

1.932

1.551

1.487

1982

1.885

1.778

1.376

1.297

1983

2.287

2.048

1.738

1.556

1984

1.701

1.494

1.343

1.180

1985

1.270

1.070

965

813

1986

1.270

1.002

990

781

1987

1.263

952

947

714

1988

1.369

1.020

985

734

1989

1.433

1.002

945

661

1990

2.114

1.389

1.522

1.000

1991

2.055

1.319

1.520

976

1992

2.288

1.503

1.761

1.157

1993

2.658

1.632

2.046

1.256

1994

2.025

1.185

1.519

889

1995

1.538

755

1.230

604

1996

1.509

943

1.042

651

1997

2.195

1.163

1.121

759

1998

2.002

1.238

1.328

821

 

Üniversite Vakıfları: 1981 sonrası yüksek öğre-nim kurullarımızda yaşanan vakıf sistemi, sorgulanmaya ihtiyaç duymaktadır. Üniversitelere bağlı gibi görülen bu vakıflar, ticaret olanağı sağlamaları nedeniyle önemli bir eksikliği kapamak durumunda görülmektedir. Ancak uygulamada üniversite vakıfları arzu edilen sonuçlara ulaşamamış olup; çoğunluğu kişilerin özel kuruluşu durumunda kalmıştır. Yasal olarak üniversitelere destek sağlanması amacı ile kurulan bu vakıflar, gelirlerinin çoğunu üniversitelerin çalışmalarından elde etmektedir.

 

 

 

 

Tablo 12. Yükseköğretim kurumlarında öğrenci başına yapılan harcama (2)

<div align="center">

Ülke

Öğrenci Başına Yapılan Harcama (ABD $)

Almanya

8.897

ABD

16.262

Avusturalya

10.590

Çek Cumhuriyeti

6.795

Danimarka

8.157

Finlandiya

7.315

Fransa

6.569

İspanya

4.944

İsrail

10.132

İsveç

13.168

İtalya

5.013

Japonya

8.768

Kore

5.203

Malezya

11.016

Şili

8.436

Yunanistan

2.716

</div>

 

Döner sermayeye gidecek paraların bir kısmı vakıflara yöneltilmektedir. Vakıflarda biriken paralarsa, döner ser-maye ve genel bütçe harcamalarının aksine, vakıf yöne-timlerine keyfi harcama olanağı sağlamaktadır. Açıkçası, bir çok üniversitede, döner sermayeye tabi olarak yürü-tülen faaliyetlerden vakıflara gelir sağlanmakta; normalde döner sermayeye gitmesi gereken gelirler vakıflara yönetilmektedir. Keza, üniversitelere yapılan bağışlar dahi vakıflar üzerinden yapılmakta; üniversitelere sağlanan gelirlerin bir bölümü vakıflar aracılığı ile keyfi ve kontrolsüz kullanım sahasına akmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üniversiteler ve Bilim Adamı Kişiliği

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hemen belirtelim ki: ÖSYM 1999 örneğinde görüldüğü gibi, inanmadığı veya karşı çıktığı şeyleri uygulamak pahasına makamda kalan ve sonuçta 1.000.000'u aşkın gencin zarar görmesine rağmen onurlu bir istifayı düşünmeyen yaklaşımı tartışmayı bu bölümün kapsamına almayacağız (3). Burada tartışmak istediğimiz konu: olumsuz şartlar altında çalışan bilim adamlarının sorunları ve bu sorunlar karşısında gösterilen reaksiyonlar olacaktır.

 

Öğretim üyelerinin sorunları:

 

Akademik sorunlar: Akademik yükselme ve ata-malarda kalite veya liyakat yerine yakınlık ve oy hesapları esas faktör olmaktadır. Bunun sonucu olarak yükselmek için çalışmak yerine idarenin adamı olmak (veya yağcılık) geçerli olmuştur. Üretkenlik ise 2. derecede kalmıştır.

Merkezi idare tarafından getirilen ve merkezden yürütülen KPDS-LES sınavları amaçlarını aşmış; yeni yetişen gençlerin önünü kesmek için engel halini almıştır. Keza taşradaki üniversitelerin yüksek lisans-doktora eğiti-mi hakkının ellerinden alınması, bu kuruluşların eğitim için uygun olmadığı gibi bir anlam doğurmuştur. AB'e giriş sürecindeki ülkemizde bu uygulama, üniversiteleri-mizin Avrupa Üniversiteler birliğinden dışlanması ile sonuçlanabilir.

 

Üniversitelerde akademik kadronun en önemli sorun-larından biridir. İdare tarafından öğretim üyelerine karşı silah olarak kullanılmaktadır. Boş kadroların bloke tutul-maları, tenkıs-tahsis yöntemleri ile halledilebilecek sorun-ların sürüncemeye bırakılması en yaygın baskı unsuru şek-lidir. Tüm bu uygulamanın sonucu olarak akademik kad-rolar, liyakat ve adalet esasından ziyade idareye yakınlığa göre dağıtılmaktadır. Hatta zaman zaman bazı idareciler tüm üniversite için geçerli olan bilimsel ödüllerden ken-dilerine yakın olmayanların faydalanmasını dahi güçleştir-mektedir..

Mevcut öğretim elemanlarından % 70'i üç büyük ilde görev yapmaktadır. Bu illerde profesör sayısı doçent ve yardımcı doçent sayısına eşittir. Açıkça ifade ile kum saati tersine dönmüştür. Yeni açılan üniversitelerde eleman sıkıntısı had safhadayken, eski üniversitelerde yığılma nedeniyle yeni eleman alımı zorlaşmaktadır. Bunun sonu-cu olarak yeni kurulan üniversitelerde yeterli akademik birikimi olmayan kişiler eğitmen olarak atanabilmektedir. Bu sorunun halli için 2547 sayılı yasada öngörülen rotasyon ise, kağıt üzerinde kalmıştır. Keza, son yıllarda yapılan bir uygulama ile taşra üniversitelerinin kendi öğretim üyelerini yetiştirmeleri engellenmiştir.

Öğretim üyeliğine atama ve yükselmede uygulanan kriterler objektif  değildir. Doçentlik ve profesörlük aşa-malarında standardizasyon sağlanamamıştır. Atamalarda kalifiye eleman aranması yerine, torpilliler ve idareye yakın olma koşulu ön plana çıkmıştır. Yeni elemanların alınmasında yetenek ve beceriden ziyade ilk planda düşünülmemesi gereken dil ve mantığı anlaşılamayan LES sınav koşulları getirilmiştir. Yüksek lisans veya doktora düzeyinde çalışmalar yapacak olan genç bilim adamı adaylarının LES ile hangi yeteneklerinin ölçüldüğünü anlamak mümkün değildir.

Yurtdışına öğrenci gönderilmesinde, önceden belir-lenmiş bir ihtiyaç programı yoktur. Gönderilen elemanlar denetimsiz kalmaktadır. Gönderilen elemanların bir bölü-mü mantık dışı gerekçelerle geri çağrılmakta; bir kısmı başarısız olmaktadır. Başarı ile eğitimlerini tamamlayıp ülkeye dönenleri ise kadro sorunu ve imkansızlıklar beklemektedir. Bu genç araştırıcılar ya pasiviteye itil-mekte veya yaşadıkları hayal kırıklığı sonucu, kısa süre sonra eğitim aldıkları ülkelere kaçmaya çalışmaktadır.

Yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlayan bilim adamlarını ise yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlük aşamalarında sıkıntılar beklemektedir. Bu konu ilerde daha geniş olarak ele alınacaktır.

 

Ücret yetersizliği: Kesinlikle yetersiz düzeyde üc-retler söz konusudur. Üniversite öğretim üyelerine  verilen ücret, kendileri ile ayni baremde olan yüksek hakimlerden, kadro karşılığı çalışan sözleşmeli personelden, rekabet kurumu çalışanlarından daha düşük düzeydedir (Tablo 13,14,15). Tablo 13’te verilen değerler 1999 sonu itibariyle kesinlikle 1000 doların altına inmiştir. Bu sonuç öğretim üyeliğini cazip meslek olmaktan çıkarmakta, yeni yetişen başarılı gençlerin diğer istihdam sahalarına kaçmalarına yol açmaktadır. Yetişmiş elemanlarsa ekonomik olanakların daha iyi olduğu vakıf üniversiteleri, özel sektör veya Bakanlıklar veya kamu sektöründe danışmanlığa yönelmektedir.

 

 

Tablo 13 . Öğretim elemanlarının aylık brüt ve net ücretleri. (X 000 TL) ( Ocak 1999 itibarıyla)<div align="center">

Unvan Kademesi

Brüt Aylık Ücret

Net Aylık Ücret

TL

ABD $

TL

ABD $

1. Derece Prof. (4 yıllık)

586.144

1.637

378.628

1.058

1. Derece Profesör

510.043

1.424

340.029

950

1. Derece Doçent

417.321

1.166

278.214

777

3. Derece Y. Doçent

352.308

984

225.783

631

1. Derece Öğr. Gör.

321.422

898

207.806

580

1. Derece Okutman

321.422

898

207.806

580

1. Derece Uzman

321.422

898

207.806

580

7. Derece Ar. Gör.

213.551

597

157.960

441

 

Yetersiz ekonomik koşullar ve artan eğitim yükü, yetersiz yüksek lisans eğitim programları ile birlikte hem bilimsel çalışmaların yetersizliğine yol açmakta, hem de öğretim üyelerini kalifiye öğretmen durumuna indirge-mektedir. Daha açık ifade ile ek ders ücret sistemi ders yü-künü artırmakta bu da lisans üstü ve doktora eğitim prog-ramlarında kalite düşüklüğüne neden olmaktadır. Mevcut sistem eğitim ve araştırmada kalitenin artışını sağlaya-mamaktadır.

</div>

Tablo 14. Kadro karşılığı sözleşmeli personelin aylık brüt ücretleri.<div align="center">

 

Unvan

Ücret (TL)

Tavan

Taban

Başkan

420.313.185

420.313.186

Başkan Yardımcısı

338.726.519

170.222.972

Daire Başkanı

321.532.280

154.748.156

1. Hukuk Müşaviri

338.725.200

91.989.182

Uzman

310.356.024

91.989.182

Uzman Yardımcısı

217.507.130

58.460.415

 

 

 

 

 

Tablo 15. Rekabet Kurumu’nda çalışanlara ödenen aylık net ücretler (İkramiye dahil).<div align="center">

 

Unvan

Ücret (TL)

Başkan Yardımcısı

1.087.000.000

Daire Başkanı

975.000.000

1. Derece Şube Müdürü

775.000.000

3. Derece Şef

454.000.000

9. Derece Memur

337.000.000

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yasal Durum, İdare ve Demokrasi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1982 anayasasının 130. maddesine göre, yüksek öğretim kurumları ve üst kuruluşlarının düzenlenmesi, kontrolü ve yapılanması devletin görevidir. Vakıf üniver-sitelerinde ise mali ve idari konuların dışında kalan çalışmalar yine devlet tarafından belirlenen hükümlere tabiidir. Keza ilgili maddenin 6. paragrafı ile rektör ve dekan atamaları, 7. ve 8. paragrafları ile idari - ekonomik özerklik belirlenmiştir. 131. madde ise yüksek öğretim üst kuruluşları başlığı altında Yüksek Öğretim Kurulunun (YÖK) oluşumunu ve gerekçelerini vaaz etmektedir (3).

2547 sayılı yüksek öğretim kanununda genel amaç: "Yüksek öğretimle ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yüksek öğretim kuruluşlarının teşkilatlanma, işleyiş görev, yetki ve sorumlulukları ile eğitim-öğretim, araştır-ma, yayım,öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer perso-nel ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlemektir." (Madde 1)

Eğitim-öğretim ve bilimsel araştırmalarda  amaç ise: "Yüksek öğretim kurumları olarak yüksek düzeyde bilimsel çalışma ve araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilim verilerini yaymak, ulusal alanda gelişme ve kalkınmaya destek olmak, yurt içi ve yurtdışı kurumlarla işbirliği yapmak suretiyle bilim dünyasının seçkin bir üyesi haline gelmek, evrensel ve çağdaş gelişmeye katkıda bulunmaktır." (Madde 4-c)

Yüksek Öğretim Kurulunun oluşmasını düzenleyen 6. maddeye göre Cumhurbaşkanı tarafından rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmet vermiş profesörlere öncelik vermek suretiyle seçilen 7, Bakanlar Kurulu tara-fından seçilen (öğretim üyeliği koşulu aranmayan) 7, Ge-nelkurmay Başkanlığı'nca seçilen 1, Milli Eğitim Bakan-lığı'nca seçilen 2 ve Üniversitelerarası Kurul'ca seçilen 7 kişiden oluşmaktadır. Tüm bu üyelerin atanması Cumhur-başkanlığı'nca yapılmaktadır. Üniversitelerarası kurul ise üniversite rektörleri ile her üniversiteden senatonun seçe-ceği 1 profesör ve Genelkurmay Başkanlığı'nın silahlı kuvvetlerden seçeceği 1 profesörden oluşmaktadır.

YÖK organları genel kurul, başkan ve yürütme kurulundan ibarettir. Başkan YÖK üyeleri arasından Cumhurbaşkanı'nca seçilir. Yürütme kurulu ise başkan dahil dokuz kişiden oluşur. 2 kişi başkan vekilidir. Birisi başkan diğeri genel kurul tarafından seçilir. Kalan 6 kişi ise, 2’si cumhurbaşkanınca seçilenlerden, 2’si üniversi-telerarası kurulca seçilenlerden, 2’si ise diğerlerinden olmak üzere seçilirler. Fiilen YÖK’ü temsil eden başkan ve yürütme kurulu olmaktadır.

Denetleme kurulu ise yüksek öğretim kurulu tara-fından seçilecek,  5 profesör ve Yargıtay, Sayıştay, Danış-tay’ın göstereceği adaylar arasından seçeceği birer üye ve Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığınca seçilecek birer üyeden oluşmaktadır.

Daha alt seviyedeki yönetimlerin yapılanmasına gelince: Rektörler, üniversitelerin profesör, doçent, yar-dımcı doçent unvanlı öğretim üyeleri tarafından belirlenen 6 profesör aday arasından önce YÖK tarafından 3’e düşürülmekte, bunların arasından biri Cumhurbaşkanlı-ğı'nca atanmaktadır.

Rektörler olağanüstü yetkilerle bezenmiş durumda-dırlar. Senato ve üniversite yönetim kurulları danışma gurubu durumunda kalmaktadır. Senato: rektör, rektör yar-dımcıları, dekanlar, enstitü ve yüksek okul müdürleri ile fakülte kurullarınca seçilecek birer öğretim üyesinden o-luşmaktadır. Üniversite yönetim kurulu ise rektör, dekan-lar ve senatoca seçilen 3 profesörden oluşmaktadır. (4)

Dekanlar, rektörün önerisi ile YÖK tarafından atanmaktadır. Fakülte kurulu ve Fakülte yönetim kurulları ise fiilen dekana yardımcı-danışma organı durumundadır.

Yüksek okul müdürleri rektör tarafından atanmak-tadır. Bölüm ve bilim dalı başkanları öğretim üyelerince seçilmelerine karşın, fiiliyatta yetki ve sorumlulukları yok denecek düzeydedir.

Yüksek öğretim kurulu teşkilat ve çalışma yönet-meliğine göre, YÖK başkanı, YÖK üyeliği, yürütme kurulu üyeliği, denetleme kurulu üyeliği, rektörlük, dekanlık ve yüksek okul müdürlüğü için belirleyici hiçbir şart aranmamaktadır.

Yasa ve yönetmeliklere göre yapılanmayı bu şekilde açıkladıktan sonra kısaca sistemin işleyiş ve dene-timini tartışmak yararlı olacaktır.

Mevcut sistemde yönetim, seçime dayalı gibi gözükmesine karşın; fiiliyatta tepeden yapılan atamalarla yürümektedir. Yılların eğitimini almış, bilim ve düşünce aşamasında en üst düzeye gelmiş öğretim üyelerinin dahi kendilerini yönetecek kişileri seçme hakkı kısıtlıdır. Üst yönetimin oluşması aşamasında: üniversitelerarası kurul-da, YÖK'te, yürütme kurulunda ve hatta denetleme kurulunda seçimle gelmiş kişilerden fazla atanmış kişiler vardır. Bu şartlar altında, demokratik olma iddiası ise lafta kalmaktadır. Söz konusu kurullara adaylık için gerekli şartların açık ve kısıtlayıcı olmaması sıkıntının bir diğer nedenidir. Net ve bağlayıcı olmayan kurallar, hiçbir deneyimi olmayan ve hatta daha önceki görevlerinde yeterince başarı gösterememiş kişilerin dahi üst yönetimde görev almasına olanak sağlamaktadır.

Üniversitelerin idari yapılanmasında ise, katılımcı uygulama yok denecek düzeydedir. Eğitim, öğretim, araştırma yapan öğretim üyelerinin etkisi senato ve fakülte kurullarına temsilci göndermekten ibarettir. Ancak bu temsiller rakamsaldır. Zira atanmış kişilerin çoğunluğu oluşturmaları ve sahip oldukları aşırı yetkileri karşısında, seçilmişler etkisiz kalmaktadır. Rahatsız edici bir ifade olsa dahi kabul etmemiz gereken gerçekler vardır. Bu ülkede rektörler bakanlardan daha fazla yetkiye sahiptirler. Toplumun en aydın kesimini yönetmek durumunda olmalarına karşın; uygulamada katılımcı demokrasiye sıcak bakmamaktadırlar. Dahası toplumun en aydın kesimi olan öğretim üyelerine, yöneticilerini denetleme olanağı da tanınmamıştır. 4 yılda bir yapılan seçimler ise, YÖK düzeyinde fazlaca bir anlam taşımamaktadır. Yüzlerce bilim adamının verdiği kararı, akademisyen olmayan-larında bulunduğu 24 kişilik bir gurup tersine çevirebil-mektedir. Nitekim bazı kişilerin, öğretim üyelerinin tercihinde alt sıralarda olmasına karşın, rektör atanmaları alışılmış bir uygulamadır. Seçilmiş ve atanmış kişilerin idarenin direktiflerine uymadıkları takdirde görevden uzaklaştırıldıkları bilinen bir gerçektir.

Öte yandan, 1980’li yıllarda öğretim üyesi açığının karşılanması amacı ile kanunda yer bulan uzman ve öğretim görevlisi atamaları sadece rektörlerin insiyatifinde olup, bu kadrolar yardımcı doçentlik atamaları için basamak olarak kullanılmaktadır. Şekli bir kurala bağlı olan yardımcı doçentlik kadroları ise seçim dönemlerinde oy sağlamak için koz olarak kullanılmaktadır. Nitekim tüm yardımcı doçent atamalarının önemli bir bölümünün rektörlerin görevlerinin son yıllarında gerçekleşmesi bu savı kanıtlamaktadır. Sistemin çarpıklığının bir diğer kanıtı da, rektörlerin büyük çoğunluğunun seçim dönemi yaklaştığında, öğretim üyelerinin teveccühünü kazanmak-tansa YÖK tarafından atanmayı savunmalarıdır.

Sonuç olarak, toplumun en aydın kesimine “siz kendinizi idare edemezsiniz. Sizi idare edecekleri biz atarız-seçeriz.” diyen mantaliteyi demokrasi ile bağdaştırmak güçtür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eğitim ve Öğretim Sorunları

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1998-1999 öğretim yılı itibariyle örgün öğretimde "fakülteler, 4 ve 2 yıllık yüksek okullar ve ikinci öğretim-de) toplam 881.897 öğrenci bulunmaktadır. Açık öğretim-de bulunan öğrenci sayısı ise 492.560'tır. Diğer yüksek öğretim kurumlarındaki 7.962 öğrenci ile birlikte toplam sayı 1.382.149'a ulaşmaktadır (Tablo 16). Yabancı uyruklu 18.350 öğrenci çıkarıldığında ülkemiz gençliğinden 1.363.799 adedi yüksek öğrenim görmeye devam etmek-tedir. Çağ nüfusu göz önüne alındığında: 1998 yılı için toplam okullaşma oranı % 26.93’tür (Tablo 17, Grafik 1).

Özellikle son yıllarda ciddi bir sorun olmaya başlayan ÖSS’a getirilen değişiklik ve uygulamadaki hatalar sıkıntılara neden olmaktadır. Uygulamadaki büyük hataların yanı sıra; yerleştirilen öğrencilerin örgün öğretimde % 13.9’u, açık öğretimde % 18.5’u, gösterilen kurumlara kayıt yaptırmamaktadır (Tablo 18, Grafik 2,3).

Tüm yüksek öğretim içindeki 2 yıllık meslek yüksek okullarının payı % 14.7, açık öğretimin ise % 35.6’dır. 1992-1993 eğitim-öğretim yılında başlayan ikinci öğretimde (paralı gece öğretim) öğrenci sayısı son dört yılda yaklaşık % 113’lük bir artış göstermiştir. 1998-1999 öğretim yılı itibariyle  ikinci öğretim öğrenci sayısı 167.498’e ulaşmıştır (2).

 

 

Tablo 16. 1998-1999 Eğitim-öğretim yılındaki öğrenci sayıları.<div align="center">

 

I.        Öğrenci Sayısı

ÜNİVERSİTELER

Örgün Öğretim

Fakülteler

517.257

4 Yıllık Yüksekokullar

40.420

2 Yıllık Meslek Yüksekokulları

156.722

İkinci Öğretim

Lisans

121.497

Ön Lisans

46.001

TOPLAM

881.897

Açıköğretim

Lisans

320.184

Ön Lisans

172.376

TOPLAM

492.560

DİĞER YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI

Lisans

7.443

Ön Lisans

249

TOPLAM

7.692

TÜRKİYE TOPLAMI

1.382.149

 

 Tablo 17. Çağ nüfusunun yıllara göre değişimi.<div align="center">

Yıl

Çağ Nüfusu (18-21Yaş)

1994

5.093.000

1995

5.228.000

1996

5.184.000

1997

5.142.000

1998

5.102.000

1999

5.063.000

2000

5.025.000

 

           


Grafik  1. Çağ nüfusunun yıllara göre değişimi.

 


Tablo 18. 1998 ÖSYS’de örgün öğretim ile açık öğretime yerleştirilen ve kaydolan öğrenci sayıları.<div align="center">

Yerleştirilen (Y)

Kaydolan (K)

K/Y (%)

ÖRGÜN ÖĞRETİM

Lisans

153.348

139.053

90,7

Ön Lisans

101.593

80.507

79,2

TOPLAM

254.941

219.560

86,1

AÇIKÖĞRETİM

Lisans

109.145

82.875

75,9

Ön Lisans

57.049

40.972

71,8

TOPLAM

166.194

123.847

74,5

GEN. TOPL.

421.135

343.407

81,5

 

 

 

 


Grafik 2. Örgün öğretimde Lisans ve Ön Lisans programlarında yerleştirilen ve kaydolan öğrenci sayıları

Grafik  3. Açık öğretimde Lisans ve Ön Lisans programlarında yerleştirilen ve kaydolan öğrenci sayıları


 

 


1997-1998 öğretim yılında Yüksek öğretimden mezun olan öğrenci sayısı 188.037'dir. Bu ise yaklaşık olarak kayıt yaptıran öğrencilerin yarısıdır. Kayıt sayıları ve eğitim süreleri göz önüne alındığında yılda ortalama 350.000 mezun beklenmektedir.

             Öte yandan, 1998 yüksek öğretim çağ nüfusu 5.102.000’dir. Toplam okullaşma oranı % 26.7, örgün eği-timde % 16.9'dur. Lisansüstü öğrencileri de eklendiğinde bu oranlar % 28.3 ve % 18.7'ye yükselmektedir (2). 1995 yılı verileri ile toplam okullaşma oranları gelişmiş ülkeler-de % 39-84, gelişmekte olan ülkelerde % 3.5-17.3, az gelişmiş ülkelerde % 3'ün altındadır. Dünya ortalaması ise % 26.2'dir (5).

Üniversitelerdeki öğretim üyelerinin sayıları ise: 7.714 profesör, 4.330 doçent ve 8.102 yardımcı doçent olmak üzere toplam sayı 20.146'dır. Araştırma görevlisi ve diğer öğretim elemanlarının sayısı ise 39.024'tür (Tablo 19). Özel öğretim kurumlarındakiler eklendiğinde sayılar  20.574 ve 39.464'e ulaşmaktadır. Örgün öğretimdeki öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 35 olmaktadır. Genel ortalama ise 62'dir.

 

     Tablo 19. Üniversitelerdeki öğretim elemanları sayıları.<div align="center">

1997-1998

1998-1999

Profesör

7.440

7.714

Doçent

4.030

4.330

Yardımcı Doçent

7.339

8.102

Araştırma Görevlisi

22.391

23.765

Diğer Öğretim Elemanları

14.244

15.259

TOPLAM

55.444

59.170

 

 

YÖK tarafından kabul edilen bir araştırmaya göre, 2005 yılında ülkemizdeki yükseköğretim çağ nüfusunun 5.362.000 olacağı tahmin edilmektedir. Buna göre, Türk yükseköğretim sisteminin 2005 yılındaki hedefleri ise: Toplam öğrenci sayısı 2.145.000, açık öğretimdeki öğren-ci sayısı  536.000, örgün öğretimdeki lisans öğrenci sayısı  965.000, örgün öğretimdeki ön lisans öğrenci sayısı 644.000, toplam okullaşma oranı % 40, açık öğretimin payı  % 25, lisans öğrencilerinin payı  % 45, ön lisans öğrencilerinin payı  % 30 olarak belirlenmiştir (2). Hemen belirtelim ki bu hedeflerle dahi okullaşma oranı % 50'nin altında olacaktır.

      2005 yılı hedeflerine göre (Tablo 20): Örgün öğre-timdeki lisans programlarındaki öğrenci sayısının 965.000’e çıkması durumunda, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının bugünkü değeri olan 35’in korunması halinde bile, 28.000 öğretim üyesi gerekmektedir. Bugün-kü öğretim üyesi sayımız  20.146’nın aynen korunsa dahi, önümüzdeki altı yılda yaklaşık 8.000 yeni öğretim üyesi gerekmektedir. 35 sayısının 25’e düşürülmesi halinde, sisteme girmesi gereken yeni öğretim üyesi sayısı ise yaklaşık olarak 20.000’e çıkmaktadır.

Yükseköğretim kurumlarımızda halen 23.765 araş-tırma görevlisi çalışmaktadır. Bu elemanlara doktora yap-tırılarak üniversitelerde kalmaları sağlanabildiği takdirde, öğretim üyesi sayısı önümüzdeki altı yıl içerisinde 20.000 artabilir.

 

 

Tablo 20.  YÖK’nun 2005 yılı hedefleri

Saha

99 doneleri

Hedef

Yükseköğretim çağ nüfusu.

5.063.000

5.362.000

Toplam öğrenci sayısı 

1.382.149

2.145.000

Toplam okullaşma oranı

% 27.3

% 40

Açık öğretimdeki öğrenci sayısı

492.560

536.000

Açık öğretim payı

% 35.6

% 25

Örgün öğretimdeki lisans öğrenci sayısı

881.897

965.000

Lisans öğrencilerinin payı

 

% 45

Örgün öğretimdeki ön lisans öğrenci sayısı

218.600

644.000

Ön lisans öğrencilerinin payı

% 16

% 30

 

 

Meslek yüksekokullarında görev yapan öğretim görevlilerinde kantite sorunlarının yanı sıra ciddi kalite problemi de bulunmaktadır. Halen bu okullarımızda görev yapan öğretim elemanı sayısı 4.455 olup, öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı 46’dır. Bu oranın korunması halinde, 2005 yılı hedeflerine göre ön lisans program-larındaki öğrenci sayısının 644.000’e çıkması durumunda, gerekli öğretim elemanı sayısı 14.000 olacaktır. Bu 10.000 yeni öğretim elemanına gereksinim anlamına gelmektedir. Söz konusu oranın, genel yüksek öğrenim oranı olan 35’e düşürülmesi halinde, gerekli yeni  öğretim elemanı sayısı yaklaşık olarak 14.000’dir (2).

Sayısal düzey açısından bulunulan bu olumsuz tablonun yanı sıra; öğrencilerin demokratik hakları açısından da anlaşılamaz bir kaos olarak süregelmektedir. Liseyi bitirmiş, 18 yaşını geçmiş, seçme hakkına sahip, yasalar önünde reşit bir populasyon olan öğrenciler, idare açısından niye hala rüştünü ispat etmemiş, güvenilmez, potansiyel suçlular gibi yorumlanmaktadır?

Yüksek öğrenim çağındaki gençlik, askere gidebilir. Ülke , vatan ve devlet için çarpışabilir. Canını ve kanını verebilir. Suç işlediğinde yetişkin olarak yargılanır. Cezasını çeker. Milletvekillerini, belediye başkanlarını, her türlü encümeni seçebilir.......... Ama.......... Yüksek eğitim yapmaya kalkışırsa: idareye hiç bir şekilde etken olamaz. Kıyafet tercihinde bulunamaz. Saçını sakalını bile istediği şekilde kestiremez. İdarenin öngördüklerini beğenmeme hakkı yoktur. Çünkü idaredeki hocalar veya diğer yöneticiler her şeyin en iyisin bilir ve yaparlar. Öğrenci sadece kendine söyleneni yapsın yeter.

Peki geleceği, cumhuriyeti, devleti emanet edece-ğimiz nesli böyle mi yetiştireceğiz? Çağı, bilgiyi, teknolo-jiyi öğrenmesi gereken genç dimağları biz saç, sakal ve kıyafetle mi eğiteceğiz? Öğretim üyeleri ve idareciler gençlere kitaplarını okutup, saç-sakal tıraş ettirip, başörtüsü kontrolüyle mi geleceği şekillendireceklerdir? 

Okullar kışla, okul kapıları nizamiye mi? ki: öğretim üyeleri kapıda kontrol yapsın. Dershaneye ilim öğrenmek için gelen genci kılık kıyafet nedeniyle geri çevirmenin bilimle alakası ne? Saç-sakal-kıyafet nedeniyle ikna edemediği öğrencisini idareye ispiyonlamanın bilim adamlığı ile ne ilgisi olabilir? Anlamak mümkün değil. Dünyada hangi gelişmiş ülkede, üniversitelerde kılık-kıya-fet yönetmeliği var. "İlelebet payidar olacak" devletimiz, üniversite öğrencilerinin kılık-saç-sakalları ile yıkılma tehlikesinde ise, biz geleceğe nasıl güvenebiliriz? 77 yıllık cumhuriyet döneminden sonra bu devletin geleceğinin hala kılık-kıyafet, saç-sakala bağlayarak nereye varabiliriz?

 Yüksek eğitim, gençlerin dış görünüşlerinin eğitim yeri olmamalıdır. Tam tersine beyinlerin şekil-lendirildiği, geleceği hazırlayacak insanların yetişti-rildiği kurumlar olmalıdır. Bu nedenle: yüksek öğrenim gençliğine yönelik bu tür antidemokratik-çağdışı uygula-malardan vazgeçilmelidir.

            Dahası: katılımcı demokrasiden bahsediyoruz. Tüm üniversite mensuplarının % 60'ından fazlası öğrenci-ler değil mi?........ Demokrasi toplumun kendi kendisini idaresi değil mi idi? En enerjik çağlarını yaşayan yüksek öğrenim gençliği demokratik koşullarda kendini ifade edemezse; haklarını savunamazsa nasıl demokrasi olacak.

            Fakülte kurulları, yüksek okul kurulları, üniversite kurulları............. Hepsi ama hepsi öğrenciye yasak.......... Ama niye.......... Neden korkuyoruz ki? Yoksa bu öğrenciler kendilerini bilemeyecek kadar tehlikeli veya kapasitesiz mi? Niye yüksek okul kurulunda veya fakülte kurulunda öğrenci temsilcisi bulunmaz? Niye 500 öğretim üyesinin temsilcilerinin bulunduğu senatoda, sayıları onbinlerle ifade edilen öğrencilerden biri bile bulunmaz? En azından kendileri ile ilgili olarak alınacak kararların tartışmasına katılmalarına niye olanak verilmez? Anlamak mümkün değil.

            1981 öncesinde 1750 sayılı yasa ile tanınmış olan, öğrencilerin demokratik haklarının kötü kullanılmış olması; özerk üniversite kavramındaki yorum hataları bu antidemokratik uygulamalara gerekçe olabilir mi?

Politize bir üniversite gençliğinin sakıncaları çok tartışıldı. Eleştirenlerin haklı oldukları pek çok konu olabilir. Vardır da. Ancak ayni kaos döneminde, üniversite kanununu farklı yorumlayanlar, idaresindeki üniversite-lerin anarşi yuvası haline gelmesine neden olanların, sırf bu nedenle, demokratik haklarını kullanmamalarını iste-mek mümkün mü? Kaldı ki ülke ve toplum sorunlarına sır-tını dönen, depolitize bir gençlik daha mı yararlı olacaktır? Kitap okumayan, TV ve gazete kültürü ile yetişen nesiller, 21. yy için yeterli olacak mıdır? Yüksek öğrenim çağında iken haklarını savunamayacağını düşündüğümüz gençler, 25 yaşından sonra bu milletin geleceğine nasıl yön verecekler?

21. yy'ın sivil toplum örgütlerinin asrı olacağı kesin. Yetiştirdiğimiz en aydın gençlerimize toplum şuuru ve demokrasiyi yeterince veremezsek; bu gençler okul bittiğinde çağlarına nasıl ayak uyduracaklar?

Bunlar: bizim gençlerimiz. Yüksek öğretimde önce haklarını savunmayı, fikir üretmeyi ve toplumla barışık bir insan olarak yetişmeyi hak etmiyorlar mı? Yüksek öğretim kurumlarında demokrasiyi tehlikeli bir unsur olarak görür-sek; bu çocuklarımızın baskıdan kurtulduklarında (okulu bitirip demokratik ortama geçtiklerinde) tolerans ve hoş görü sahibi olmalarını nasıl sağlarız?

Öte yandan, yüksek öğretimde katkı payı adı altın-da alınan harçlar, toplumun büyük çoğunluğu tarafından karşılanamaz durumdadır. Ciddi bir sosyal problem olma-ya adaydır. Örneğin, asgari ücretin 70 milyon TL  civarın-da olduğu günümüzde, örgün 1. öğretimdeki katkı payları 24-74 milyon TL, 2. öğretimde ise 135-400 milyon TL arasında değişmektedir. Açık öğretimde ise 7.5 milyon TL'dir. Açık öğretim rakamlarını bir yana tutarsak, bu rakamları asgari ücretle çalışan öğrenci velilerinin ödeme-leri çok güçtür. Hatta bazı bölümler için imkansızdır. (Tablo 21). Üniversitelerin gelirlerinin toplam % 5'ini oluşturan bu rakamların yaratacağı yük, toplumumuz için ağırdır. Özellikle gelişmiş ülkelerde % 25' leri aşan katkı paylarının örnek gösterilmesi ise gerçekçi

 

Tablo 21. Programlara göre öğrenci başına cari maliyetler ve öğrenciler tarafından ödenen katkı payları (Milyon TL)

Program

1997-1998

1998-1999

Ort. Cari Maliyet

Katkı Payı

Ort. Cari Maliyet

Katkı Payı

I. Öğr.

II. Öğr.

I. Öğr.

II. Öğr.

Tıp

990

46

–

2.200

74

–

Diğer Sağlık Bilimleri

360

38

200

800

61

400

Mühendislik-Mimarlık

216

30

108

432

48

216

Ziraat-Orman

216

30

108

432

48

216

Güzel Sanatlar

270

24

135

540

38

270

Eğitim

144

22

72

288

35

144

Hukuk-İktisat-İşletme

162

24

81

324

38

162

İletişim

144

22

72

270

35

135

Açık Öğretim

12

6

–

15

7,5

–

Konservatuar

540

46

300

540

46

300

Yabancı Diller YO

756

31

–

1.680

50

–

Sivil Havacılık YO

540

37

–

1.200

59

–

Diğer 4 Yıllık YO

270-162

15-18

81-135

324-540

24-29

162-270

2 Yıllık MYO

108

15

54

216

24

108

Lisansüstü Programlar

108

20

54

216

32

–

Fen-Edebiyat

180

22

90

360

35

180

 

değildir. Sivil toplum örgütlerinin yeterince kuvvetlenme-diği, üniversite vakıflarının burs-kredi konusunda yeterli desteği sağlamadığı ülkemizde, kağıt üzerindeki rakam-ların gelişmiş ülkelerle kıyaslanması rasyonel değildir.

Kaldı ki, katkı payı başlığı altında alınan ücretlerin tamamının öğrenciye yönelik harcandığını söylemek te mümkün değildir. Nitekim YÖK, 1998 yılı itibariyle öğ-renciden alınan katkı paylarının % 27'sinin üniversite cari ve yatırım hizmetlerine harcandığını deklare etmiştir. Kat-kı payı uygulamasının başlangıcından beri, öğrencilerden alınan paralardan yine öğrenciye hizmet olarak dönen kısmın oranı giderek düşmektedir  (Tablo 22). Bu noktayı kabul etmek mümkün değildir.

 

Tablo 22. Son dört yılda öğrencilerden alınan katkı payının harcama kalemlerine oransal dağılımı.

Harcama Kal.

1995 (%)

1996 (%)

1997 (%)

1998 (%)

Beslenme

50

40

35

33

Sağlık

18

13

14

12

Spor

6

7

7

8

Barınma

4

4

3

4

Kültür

4

4

4

3

Diğer Sos. Hiz.

3

3

6

6

Genel Yönetim

1

1

2

2

Transferler

7

8

6

5

Üniv. Cari ve Yat. Hiz.

7

20

23

27

TOPLAM

100

100

100

100

 

 

Öte yandan özellikle son yıllarda yaygınlaşmaya başlayan bir diğer  çarpık uygulama, özel yetenek sınavları ile öğrenci alınan bölümlere açılan sınavlarda belirlenen ücretlerdir. Resim, beden eğitimi ve müzik sahalarına alınacak öğrenciler için yapılan sınavlara koyulan 50-65 milyon TL sınav ücretinin akıl, mantık ve izanla ilişkisi yoktur. 70 milyon TL asgari ücretle çalışan ve çocuğunu bu sınavlara sokmak isteyen ailelerin durumu güçtür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yurtdışı Eğitim ve Öğretim Üyesi Yetiştirilmesi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yurtdışına öğrenci gönderme işlemi, 1987 yılına kadar 1416 sayılı Kanun kapsamında Milli Eğitim Bakan-lığı tarafından yürütülmüştür. 1987 yılında 2547 sayılı kanunun 33. maddesinde yapılan değişiklikle üniversiteler de eleman göndermeye başlamıştır. Nitekim, 1999 ve 2000 yılları için, yurt dışına toplam 620’şer öğrencinin gönderilmesi planlanmıştır. Üniversiteler tarafından yurt dışına gönderilecek öğrenci sayıları ise, Maliye Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulunun ortak kararı ile sadece 100 olarak belirlenmiştir.

1987-1999 arasında toplam olarak 3336 araştırma görevlisi yurtdışına gitmiş; bunlardan 1319’u (% 39) halen eğitimlerine devam etmektedirler. Bunlardan toplam 1482 adedi geri dönmüştür. İçlerinden sadece 364’ü, yüksek lisans derecesi almış olarak geri dönmüştür.

Öte yandan 1997 yılında öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak üzere tahsis edilen 1.000 kişilik araştırma gö-revlisi kadrosuna, ÖSYM tarafından yapılan Lisansüstü Eğitim Giriş Sınavı’na (LES) benzer nitelikteki Yurt Dışı Lisansüstü Sınavı (YLS) ile ancak 385 kişi yerleştirile-bilmiştir (2).

Keza, 1998 yılında başlayan Yurt İçi Lisansüstü Programları projesi içinde, araştırma görevlisi adaylarının merkezi sınavla belirlenmesi esas alınmıştır. Başvuracak adayların belirli bir not ortalamasına ve LES (Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) puanına sahip olmaları istenmiştir. Atanma içinde KPDS’dan (Kamu Personeli Dil Sınavı) en az 60 almaları şartı getirilmiştir.

Ancak realitede, 1998 yılında yapılan 400 kişi kon-tenjanlı sınav için sadece 518 kişi başvurmuş ve sadece 208 aday sınavı kazanmıştır. Bu durum, bilim adamlığına karşı, yeni yetişen gençlerin ilgisinin azaldığının kanıtıdır. Açık ifade ile YÖK, elindeki sayıca yetersiz kadrolara dahi eleman bulamaz duruma düşmüştür. Tüm bu olum-suzlukların yanı sıra son dönemdeki YÖK idaresi, yurt dışına gönderilmiş olan araştırma görevlisi ve doktora öğrencilerinin yaklaşık 1/3'ünü bilim dışı gerekçelerle geri çağırmıştır (1).

Öte yandan, yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin sadece büyük şehirlerdeki üniversitelere verilmesini anla-mak ta mümkün değildir. Kendi kurduğu üniversitelerin eğitim yaptıramayacağını, bilimsel basamağın ilk aşama-sındaki araştırmaları yaptıramayacağını savunan anlayışı kabul etmek mümkün değildir. Kaldı ki bu uygulama AB'nin öngördüğü standartla çelişmektedir.

................................................

Akademik ilerlemelerde sıkıntılar devam etmek-tedir. Öğretim görevlisi ve uzman kadrolarına atanma ko-şulları kuramsallaşmalıdır. Bu açıdan yardımcı doçentlik ve doçentlik sınavlarının standardize edilmesi kaçınılmaz bir gereksinimdir. Profesörlük ve doçentlik kadrolarına atanmalarda ise atanmışların keyfi uygulamaları sona er-dirilmelidir. Akademik ortamda kadro ve atamalar öğretim üyelerinin başında sallanan kılıç olmaktan uzaklaştı-rılmalıdır.

Öğretim görevlisi ve uzman kadrolarına atanma için hiçbir kural bulunmamaktadır. Tümüyle rektörlere bırakılan bu kadroların kullanımı, keyfi olarak süregelmektedir. Okulu yeni bitirmiş gençlerden öğretim görevlisi veya uzman atanması mümkündür. Dahası bu kadrolar öğretim üyeliği için ön görülen zorlayıcı kuralların da dışındadır. İyi niyetle konulan bu kurallar, fiiliyatta mesleki bilgi ve deneyim olarak yetersiz kişilerin atanmasına olanak vermektedir. Hatta zaman zaman idareye yakın sekreter, teknisyen vb gibi elemanlara dahi bu kadroların verildiği konuşulmaktadır.

Yardımcı doçentlik: 1750 sayılı yasada bulunan başasistanlık uygulamaları, 2547 sayılı yasada yardımcı doçentlik şekline çevrildi. 1981 öncesi başasistanlık için uzun bir lisansüstü eğitim ve doktoradan sonra kürsü kurulundan okeylenen genç bilim adamları başasistan statüsüne geçer ve bilimsel çalışmalarına devam ederdi. Bu noktada, kürsü kurulunun kararının her şeyin üstünde olması, kürsü ağalığı eleştirilerine neden oluyordu.

Günümüzde, yüksek lisansını ve doktorasını tamamlamış genç bilim adamlarının önünde aşılması güç bir engel olarak durmaktadır. Kriteri olmayan, kadrosuna güvenilmeyen, hoca ile asistan arası bir durumdur. Bir gün öncesine kadar asistan durumunda olan genç bilim adamı doktora sınavı ile hocalık düzeyine geçmektedir.

Yardımcı doçentlik, 1981'de öğretim üyesi sayısın-daki yetersizlik nedeniyle ihdas edilmiştir. Aradan geçen 19 yılda, tamamen tartışılır hale geldi. Büyük ve eski üni-versitelerde kadrosuzluk nedeniyle bekleyen doçent ve hatta profesörlerin işgalindedir. Taşrada ise kuralların işle-mediği, kuralsızlığın kaosa yol açtığı bir curcunadır...........

Herkesin kabul etmesi gereken bir konu var: Yardımcı doçentler, özellikle taşra üniversitelerinde, eğitimin yükünü en fazla çeken gurubu oluşturmaktadır. Dahası en fazla bilimsel çalışmaları yapanların arasında-dırlar. Ancak bu durum sistemdeki çarpıklığı mazur göstermemelidir. İdari sistem içinde, ana bilim dallarının kararları göz önüne alınarak veya doğrudan idarece yar-dımcı doçentlik kadroları ihdas edilebilmektedir. Fakülte kurulları veya üniversite kurullarının da etkinliği kağıt üzerinde kalmaktadır. Her hangi bir şekilde "rektöre ulaşabilen" yardımcı doçent adayı, idarenin merkezileşme-sinin yarattığı totaliter yaklaşımla, rahatlıkla atanabilmek-tedir. Bu performansı gösterebilen kişiler için yabancı dil sınavı ve hatta bilimsel dosyaların jüri tarafından incelen-mesi sadece formalitedir. Üniversite çevrelerinde, yardım-cı doçentlik yabancı dil sınavının objektifliği; hatta bilim-sel jürilerin seçimi ve raporları, yoğun espri konusudur. Hatta seçim zamanlarında oy verecek bazı yardımcı doçent adaylarının, dosyalarının jürilere gitmeden, faksla inceleme raporlarının alındığı söylenmektedir.

Yardımcı doçentliğe atanan genç bilim adaylarının her 2-3 yılda bir yeniden dosya hazırlamaları, yeni jüri raporu beklemeleri gerekmektedir. Üniversitedeki tüm akademisyenler, eğitimciler ve diğer çalışanlar için söz konusu olmayan bu durum yardımcı doçentlerin başında "Demokles'in Kılıcı" gibi sallanmaktadır. İdarenin hoşuna gitmeyen veya idareden farklı düşünen yardımcı doçentler sözleşmelerinin uzatılmaması tehlikesi altındadır.

İki veya üç yıl için atanan yardımcı doçentlerin sürelerinin uzatılması hiç bir objektif kritere bağlı değildir. Seçilen veya ayarlanan jüri üyeleri  sayısız çalışma yapmış adayı başarısız bulabilir. Veya hiç bilimsel çalışma  yapmamış kişiler yeniden yardımcı doçent atanabilir. İlan edilen kadrolara 50-60 çalışma ile müracaat eden kişi, 8-10 çalışması olan karşısında yetersiz bulunabilir. Atama mevkiinde olan kişi, yardımcı doçent olacak kişi ile açık pazarlık yaparak ömür boyu her seçimde kendisini destekleme sözü alabilir. Ve tüm bunlar, toplumun ve aydın kesimi olması gereken; demokrasiyi hazmetmesi gereken yüksek öğretim kurumlarında olmaktadır.

Doçentlik aşaması: Uzun yıllar yardımcı doçent olarak çalışan, kurumun yükünün büyük bölümünü sırtlanan, yeterli bilimsel çalışmalar yapan, bu arada yabancı dil sınavını da veren yardımcı doçent, doçentlik sınavına müracaat eder. Şüphesiz bu aşamalarda torpili ve çevresi üye olduğu için bu sıkıntıları çok az çeken, hatta hiç çekmeyen adaylar da bulunabilir. Hatta tıpta uzmanlık sınavını verdikten 6 ay sonra doçentlik sınavına giren adaylar bile bulunabilir Ancak bunlar doğuştan harika çocuklar (!) gurubunu oluşturmaktadırlar (Tablo 23).

 

Tablo 23. Doçentlik sınavı ile ilgili sorunlar:

ü      Baskıda yayın olgusu,

ü      Jürilerin ve yayınların standardize edilmemesi,

ü      Ticari yayıncılık,

ü      Bekleme süresinin olmaması,

 

Her yıl mayıs ayında yapılan doçentlik müracaat-larından sonra Haziran ayında bilgisayardan çıkan ve rektörler tarafından gözden geçirilen jüri listeleri adaylara ve ilgili üniversitelere bildirilir.

Bilgisayardan çıktığı ifade edilen liste rektörlerin bulunduğu toplantıda masaya gelir. Rektörler aksini iddia etseler de, yaygın kanı olarak kendi üniversitelerinden imtihana giren doçent adaylarının jürilerinde düzenlemeler yapabilirler. Liste kesinleşince, adaylara ve üniversitelere bildirilme aşamasına geçilir. Heyecan dolu trafik te burada başlar.

Önce heyecanlı telefon görüşmeleri: ”Bu çocuk bizim çocuğumuz. İyidir. Terbiyelidir. Gayretlidir.” veya “..... zamandır benim yanımda çalışıyor. Kefil oluyorum.” Veya “Bu çocuk bizim çocuğumuz. Bizim görüşümüzdedir. Zaten fakültede karşı gurup bu çocuğu ezmeye çalışıyor. Doçent olursa rahatlar. İyi olur.”

Veya aksine, “Bu aday anabilim dalı içerisinde de problem. Zaten biz istemeden tepeden inme geldi. Takdir sizin.” Veya en hafifi “Fena çocuk değil ama biraz saygı-sızdır. Sen bilirsin.”  Veya “Bunlar ...... gurubun adamı. Fakülteyi ele geçirmeye çalışıyorlar.”

Sanki doçent adayı değil gelin adayından bahse-diliyor. Veya doçent adayı değil de siyasi bir kadroya atama yapılacak!... Peki nerede kaldı bilimin tarafsızlığı. Bu referans telefonlarının (olumlu veya olumsuz) kişisel düşüncelerinden etkilenmediğini kim temin edebilir? Yıl-larca bir taşra üniversitesinde tek tabanca olarak çalışmış bir öğretim üyesi, yanına gelecek ve ilerde muhtemelen rakibi olacak kişiye karşı ne kadar objektif olabilir?

Ve adayın turları: doçent adayı imtihan öncesinde jüri üyelerini ziyaretlere gider. Gerçi büyük çoğunluk bunun gereksiz olduğunu ifade eder ama aday bilir ki: imtihan öncesi yapılacak ziyaret ve görüşmeler sınavına olumlu katkıda bulunacaktır.

Sınav aşaması: Önce bilimsel dosyanın incelen-mesi gelir. Objektif olmayan, tartışılabilir, kriterlerle dosyada bulunan tüm belgeler önceden incelenip raporlar hazırlanır. Ancak, bazı  jüri üyeleri, kesin kararını ancak salonda verebilir. Bazıları ise değerlendirmeyi yapıp can alıcı son cümleyi boş bırakarak (“Adayın yaptığı bilimsel çalışmalar doçentlik aşaması için yeterli görülmüştür.” Veya “Adayın çalışmaları doçentlik aşaması için yeterli bulunmamıştır.”) yazılı metinlerle gelir ve son cümleyi imtihan salonunda doldurur.

Peki yok mudur bu değerlendirmelerin objektif kriterleri?

Kısaca doçentlik bilim dosyalarında karşılaşılan bazı durumlara değinelim.

Yayın sayısı değişebilir. Özellikle büyük üniversi-telerde çalışan doçent adayları için çalışma guruplarının varlığı önemli bir faktördür. Birbirlerinden ayrı çalışan ama hedef benzerlikleri olan adaylar arasında kolektif yardımlaşmanın net örneği görülür. 5-6 kişi yaptıkları bilimsel çalışmalara birbirlerinin isimlerini yazarak kısa sürede kişisel dosyalarında bol sayıda yayın olması sağla-nır. Toplam 7-8 yılı geçmeyen sürede, 100’ün üzerinde bilimsel çalışma yaptığı belirtilen bir adaya kapasitelerine şaşmamak mümkün değil. Her yıl için ortalama 10-15 bilimsel araştırma gerçekleştiren kapasiteyi (!) kutlamak gerekir.

Olay sadece yayınların sayısı mıdır? Tabii ki değil. Yayınların yıllara dağılımı dikkat çekicidir. Özellikle üni-versite dışından doçentlik sınavına girenlerde görülen bir durum daha vardır. Yıllarca bilimsel aktivite göstermeyen adaylar, birden bire çok kısa sürede (1-2 yıl gibi) dosyasındaki yayınları artırır ve sınava girer. Tabii ki ya-yınların kalitesinde görülen düşüklük sempati kanalından kompanse edilmeye çalışılır. Dahası yayın sayısının artması için yayın artırma yöntemleri devreye girer. Araştırıcı bilimsel dosyasındaki yayın sayısını artırmak için baskıda yayın, paralı yayın, fason yayın yöntemlerine baş vurur.

Baskıda yayın olgusu en sık baş vurulan yön-temdir. Tanıdık bir editörden alınacak bol sayıda ki, “.................... isimli araştırmanız dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilmiştir.” ifadeli yazı sorunun çözümünü sağlar. Ancak enteresan olan konu bazen bu tip çalışma-ların adayın dosyasındaki çalışmalardan yarısından fazla-sını kapsamasıdır. Dahası 3-4 yıl içinde müteaddit defalar sınava giren adayların dosyalarında, bu çalışmaların ayni durumda bulunduğunu görebilirsiniz.

Maalesef, ülkemizde veya yurt dışında yayınlanan bilimsel dergilerin doçentlik sınavı açısından bir gurup-landırması yapılmamıştır. Bilimsel çalışmaların yayınlan-dığı tüm dergilerde çıkan makaleleri değerlendirmek zorunluluğu vardır. Peki ama dergilerin kalitesinin hiç mi önemi yok? 5 tane öğretim üyesi bulunan .......... fakül-tesinde yayınlanan ve adayın zorunlu olarak dergi yönetiminde bulunduğu fakülte dergisinde yayınlanan, araştırıcıların kendilerinin dışında hiç kimsenin okumadığı çalışmaların değeri ne olmalıdır? Veya ........ kamu/özel kuruluşlarda derneklerce yayınlanan ve sadece çalışan-larının makalelerini yayınlamak amacına yönelik olan dergiyi, ulusal-uluslararası kuruluşlarca yayınlananlarla bir mi tutacağız? Çalışmaların yayınlanması için “yayın ücreti” veya “reprint ücreti” alan dergileri diğerleri ile eşdeğerde mi göreceğiz?

Uluslararası sahnede para karşılığı yayın yapan kuruluşlarda yayımlanan çalışmaları nasıl değerlendir-meliyiz? Acaba YÖK , TÜBİTAK veya TUBA bu dergilerin bir sınıflamasını yapamaz mı?

............................................................................

Kongre bildiri veya posterleri ayrı bir sorundur. Kongre düzenleyicilerinin, yeterli katılımı sağlamak (ve dolayısıyle yeterli finansmanı sağlamak) için gelen her türlü çalışmayı kabul etmeleri yaygın bir davranıştır. Bildiriyi kaç kişinin dinlediği, posteri kimin incelediği veya tartıştığı ayrı bir sorun ....... Ama belgeler doçentlik aday dosyasına konduğunda, hepsi değerlendirilmek zorunluluğundadır.  Tüm bilimsel yaşamı süresince 3-4 kongreye katılan ve her kongrede 4-5 çalışmadan, toplam 15-20 bildirinin sahibi olan adaya ne diyebilirsiniz? Hele hele bu kongrelerden biri veya ikisi yurtiçinde yapılmış ve yurtdışı katılımlar nedeniyle uluslararası gözüküyorsa .........

Yayınlarda isim sıralaması ayrı bir sorundur. Tek bir ana bilim dalından çıkan bir araştırmaya 2-3 kişinin katkısı olabilir. Hadi diyelim 4 olsun. Peki ama 7-8-10 ki-şinin birlikte yürüttükleri çalışmanın boyutunu düşünebi-liyor musunuz? Herhalde dünya çağında bir araştırma olması gerekir (!). Ama bakıyorsunuz ya 2 kişinin rahatlıkla yürüteceği bir çalışma veya sağlık bilimleri sahasında, 25-50-100 hastanın dosyalarının retrospektif analizi. Multidisipliner çalışmalar ise ayrı bir sorun. Özellikle tanısal amaçlı kullanılan laboratuar branşlarında yapılan her çalışmaya söz konusu bölümden kişiler zorunlu olarak eklenmekte. Peki ama rutin kan tahlilini yapan veya tanısal işlemleri gerçekleştiren kişilerin bu çalışmaya bilimsel katkıları nedir?  XYXY......... branşında gerçekleşen klinik veya deneysel araştırmaya uygulanan rutin laboratuar, röntgen veya diğer tanı amaçlı  işlemler, bölümdeki kişilerin özel  bilimsel çalışmaları ile mi gerçekleşmiştir?

Gelişmiş ülkeler bunu basitçe “yayının sonuna eklenen teşekkür notu” ile çözmüş. Bizde ise böyle bir şeye kalkıştığınızda genellikle ya laboratuar çalışmalarının yoğunluğu, ya tanı amaçlı girişimler için randevu sorunu karşınıza çıkar. Veya eğer retrospektif bir çalışma yapacaksanız laboratuar sonuçları kaybolabilir. Filmleri bulamayabilirsiniz (!). Çaresi: Söz konusu olan her bölümden bir iki kişiyi araştırıcılar listesine yazmak.

Tüm bu olumsuzluklar arasında jüri üyesinin önüne gelen dosyada adayın 3.-8. isim olarak bulunduğu çalışmayı nasıl değerlendireceksiniz? Adayın bu çalışma-ya katkı düzeyine nasıl emin olacaksınız? Hatta kendi branşı ile hiç ilgisi olamayan bir yayını aday dosyasına koymuşsa ne yapacaksınız? Kendisi XX branşındayken, eşinin veya kardeşinin YY branşından yaptığı çalışmaya ismini yazdıran adaya karşı ne yapabilirsiniz? Her şeyden önce bilimsel etiği ilgilendiren bu sorunlara karşı yaptırım gücünüz ne olabilir?

.............................................................................

Ve nihayet sınav günü gelir. Önce bilimsel dosya tartışılır; Karara bağlanır. Sonra uygulamalı sınav gelir. Yıllarca mesleğini yapmış doçent adayı, heyecan ve stres-ten eli titreyerek deney tüpleri veya ameliyat masasında yeterliliğini göstermeye çalışacaktır. Normal becerisinin ĵ’ü düzeyinde verim sağlayabileceği koşullarda mesleki yeterliliğini ispatlayacaktır. Gerçekleri her kes bilmek-tedir. Uygulamalı sınavdan adayın kalması normal şartlar-da mümkün değildir. Formalite olarak yapılmaktadır. Yapılabilecek hatalar imtihan stresine bağlanır ve göz ardı edilir. Doğrudur da. Peki ya uygulamalı sınavdan kalanlar.............. Onların jürileri daha imtihan salonuna girmeden yeterli enformasyonu almış ve kararını vermiştir. Hele hele  branşta yeterince jüri üyesi olabilecek öğretim üyesi yoksa, ayni jüriden son hakları da olsa değişmez. Bilimsel düşünce, ön yargıların karşısında hep arka plana düşecektir.

Yayın ve uygulamalı sınav aşamalarını geçen adaylar son olarak sözlü sınava alınır. Ne sorular da stan-dardizasyon vardır ne de değerlendirmede ......... Lisans ve lisans üstü eğitim düzeyindeki sorularda olabilir, son ayda yayınlanan araştırmalar da ......... Hele hele jüri üyeleri arasında bir serinlik varsa ayni serinlik aynen sınava yansır. Sonuç: aday büyük bir hata yapmazsa veya jüri üyelerinden biri aday hakkında ciddi bir bilimsel etik açıdan suçlama getirmezse, salona girmeden önce oluşmuş kanaatler yazıya dökülür.

Tüm bu sorunlardan sonra, doçentlik sınavını başaran genç bilim adamını kadro sorunu beklemektedir. 2547 sayılı yasa ve ilgili yönetmeliklere göre doçent olmuş kişi kadro için yöneticilere yakın olmak zorun-luluğundadır. Eğer rektör seçiminde  karşı gurupta bulun-muşsa, veya idarenin tasarruflarını beğenmiyor ve bunu da açıklıyorsa, yardımcı doçentlik kadrosunda beklemesi daha uygun görülebilir. Bu olumsuzlukları  aşmışsa, kad-ronun ilanı, müracaat, jüri üyelerinin tespiti ve raporlarının gelmesi beklenecektir. Peki ama, üniversitelerin üst kuru-luşu olan YÖK tarafından düzenlenen sınavı geçen yeni doçent niye tekrar dosya hazırlamak mecburiyetindedir? (Hemen belirtelim ki doçentlik sınavı için branşlara göre değişmek üzere 7-11, kadroya atanmak için en az 5 takım dosyaya gerek duyulmaktadır.) Bu eziyet niye yapılmak-tadır? Geçilen kadro sözleşmeli bir kadro mudur? Hadi diyelim kadro için birden fazla aday söz konusu ise gerekli olabilir. Ama tek adayın dahi söz konusu olduğu durumlarda günümüz şartlarında milyonlarca liralık yeni masrafın gerekçesi ne olabilir?

Doçentlik kadrosuna atandıktan sonra  tam bir rahatlama söz konusu olacaktır. Eğer profesörlük arzu etmiyorsanız hiç kimse sizi yerinizden oynatamaz, emekli olana kadar huzur içinde yaşayabilirsiniz. Canınız sıkıldığında yılda veya iki yılda bir, asistanlarınızın yaptığı bir çalışmaya, isminizi son kişi olarak yazdırır ve durumu idare dersiniz.

5 yılı doldurduğunuzda aynen doçentlik kadrosuna atanmada ki kurallar geçerli olmak üzere kadronuz ilan edilebilir. Rektörün size karşı duygularına bağlı olarak jürileriniz seçilir. Dosyalarınız jürilere gönderilir. Raporlar gelir. (Bazen kelimesi kelimesine ayni raporlar da olabilir.) Üniversite kurullarından geçer. Ve siz, doçent olarak oturduğunuz öğle yemeğinden profesör olarak kalkabilirsiniz.

Profesörlük dosyası hazırlarken, uluslararası dergi-lerde yayınızın olup olmadığı, çalışmalarınıza atıf yapılıp yapılmadığı, üniversiteye katkınızın olup olmadığı ve düzeyi hep ikinci planda kalacaktır.

Profesör olduktan sonra.......

Tamamen hürsünüz. İsterseniz hiçbir şey yapma-dan derslerinize girer, çayınızı- kahvenizi içer emeklili-ğinizi bekleyebilirsiniz. Özel işlerinize bakabilirsiniz. Kimse sizin ne yaptığınızı sormaz. Bu arada dikkat etmeniz gereken konu: idareye sorun yaratmamanızdır.

“Bilim adamlığının bir yaşam biçimi olduğu” veya “bilim adamlarının “extraordinary” insanlar olduğu” gerçekleri ise artık sadece geçmişte kalmış hayaller olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bilimsel Araştırmalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21 yy'da bilgi çağına hazırlanan Türkiye'de YÖK' ün bilim politikaları da iflas etmiştir. Bilgi çağının ka-rekteristiği olarak 2 kural vazgeçilmezdir. Birinci ku-ral: Üretilen bilginin uluslararası platformda kabulü-dür. Daha sonra bu bilginin uygulaması (teknoloji) ve yaygınlaştırılması (sanayii) aşamaları gerekmektedir.

Teknoloji ve sanayii aşamalarına gelmemiş bilginin değeri yoktur. Gelecekte de olmayacaktır.

İkinci kural ise, çağın gereği olarak bilgi en büyük ticaret metaı olacaktır. Bu noktada unutulma-ması gereken konu, bilgi transferinde, alıcısı ve değeri çok olan malın ucuz olmayacağı; iktisadi, ticari, sanayii ve askeri değer taşıyan malları (bilgileri) üretenlerin paylaşmayı istemeyecekleridir. Daha açık ifade ile, gücü oluşturacak bilgi, ortalık yerde ve herkesin kullanımına açık olmayacaktır. Gelişmiş ülkelerin satacakları-paylaşacakları bilgi, eski ve pazar payını kaybetmiş olacaktır.

Bu acı gerçeklere karşılık: ülkemiz de Ar-Ge'nin büyük kısmını bulunduran  üniversitelerimizde bilimsel çalışmalar yetersiz kalmaktadır. Türkiye'nin uluslararası bilime katkıları göz önünde tutulduğunda:  1997'de SCI de 4410 makale bulunmuştur. Bu düzey 1998’de 4820 makale ile, dünyada 25. sırayı almaktadır (Tablo 24,25).

Tablo 24. Değişik atıf endekslerinde yayımlanan Türkiye kaynaklı makale sayıları.<div align="center">

 

1985

1997

Sayı

Sıra

Sayı

Sıra

Science Citation Index

555

43

4.410

27

Social Science Citation Index

31

43

184

33

Arts and Humanities Citation Index

8

45

33

35

TOPLAM

594

 

4.627

 

 

Tablo 25. SCI tarafından taranan dergilerde yapılan Türkiye adresli yayınlar.<div align="center">

Yıl

Dünya

Toplamı

Yay. Say.

% Artış

Dünya Payı %

%Artış

Dünya

Sırası

1974

425.020

222

–

0,052

–

–

1975

427.625

200

–

0,047

–

–

1976

449.458

235

–

0,052

–

–

1977

532.208

303

–

0,057

–

–

1978

536.550

337

–

0,063

–

–

1979

555.543

316

–

0,057

–

–

1980

564.694

380

–

0,067

–

41

1981

598.903

361

- 5

0,069

3

42

1982

671.395

386

7

0,058

- 16

44

1983

665.592

432

12

0,065

12

45

1984

646.480

501

16

0,074

14

44

1985

693.129

555

11

0,079

7

43

1986

703.964

612

10

0,088

11

44

1987

693.710

704

15

0,097

10

43

1988

696.171

828

18

0,119

23

42

1989

657.335

979

18

0,149

25

41

1990

671.772

1.117

14

0,170

14

40

1991

705.655

1.206

8

0,194

14

39

1992

726.444

1.653

37

0,229

18

38

1993

761.438

1.928

17

0,253

10

37

1994

799.376

2.308

20

0,288

14

34

1995

803.867

2.812

22

0,350

22

34

1996

904.893

3.774

34

0,428

22

29

1997

920.096

4.410

17

0,479

12

27

1998

Veri Yok

4.820*

9

Veri Yok

Veri Yok

25

 

1985’te 43. Sırada bulunan ülkemizin bu düzeye gelmesi başarı gibi görülebilir. Zira, 3 Şubat 1993 tarihinde toplanan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun, 2003 yılı için  hedefler arasında, ülkemizin evrensel bilime katkı açısından dünya sıralamasındaki yerini otuzunculuğa çıkarılması şimdiden geçilmiş durumdadır.  Büyük başarı gibi duran bu durum esasında BTYK’nun hedef tespitindeki başarısızlığını kanıtlamaktadır. Acı gerçek BTYK’nun tespit ettiği bilimsel hedefler noktasında toplumun gerisinde kalmıştır. Kaldı ki bu hedeflerle  dahi  21. yy da lider ülke durumuna gelmemiz mümkün değildir. (Grafik 4,5)

 


Grafik 4. Türkiye’nin fen bilimleri sahasında uluslararası bilime katkısı (sayısal)

 


Grafik 5. Türkiye’nin fen bilimleri sahasında uluslararası bilime katkısı (Ulusal sıralama olarak)


1998 yılında YÖK çatısı altında araştırmaya ayrılan ödenek (Ülkemizdeki Ar-Ge çalışmalarının yaklaşık % 70’ini oluşturmaktadır) yaklaşık 43 milyon ABD dolarıdır. Bu miktar, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) sadece bir bölüm için tahsis edilen miktara eşittir. ABD’de 1990’lı yıllarda akademik araştırmalara tahsis edilen ödeneğin toplamı yıllık 15 milyar $ civarındadır.

Türkiye’de, GSYİH’dan AR-GE’ye ayrılan pay % 0,45’tir. Bu pay gelişmiş ülkelerde % 2-3 arasında değişmektedir (Tablo 26). GSYİH’nın toplam boyutların-daki farka dikkat edildiğinde olay daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, 1998 yılı itibariyle Türkiye'de, 10.000 nüfus başına düşen AR-GE personeli sayısı 10 iken, gelişmiş ülkelerde ise 130’tur.

 

Tablo 26 . GSYİH’dan AR-GE’ye ayrılan yüzde payın bazı ülkelerde yıllara göre değişimi.<div align="center">

Ülke

GSYİH’dan AR-Ge’ye Ayrılan Pay (%)

1994

1995

1996

1997

ABD

2,43

2,52

2,55

2,59

Japonya

2,64

2,78

Veri Yok

Veri Yok

Almanya

2,33

2,28

2,26

Veri Yok

Fransa

2,38

2,34

Veri Yok

Veri Yok

İngiltere

2,11

2,05

Veri Yok

Veri Yok

İtalya

1,16

1,14

1,13

Veri Yok

Kanada

1,62

1,61

1,59

Veri Yok

Rusya Fed.

0,84

0,73

Veri Yok

Veri Yok

Çek Cumh.

1,25

1,15

Veri Yok

Veri Yok

Macaristan

0,89

0,75

Veri Yok

Veri Yok

Polonya

0,82

0,74

Veri Yok

Veri Yok

</div>

 

Halen bilim dünyamızda söz konusu olan bilimsel çalışmaların yayınlandıkları dergileri başlıca 2 genel gurupta değerlendirmek mümkündür.

 

A.     Yurt dışı:

ü      Science Citation Index (SCI) tarafından taranan dergiler: TÜBİTAK ve YÖK tarafından A,B,C gurupları olarak sınıflandırılmaktadır.

ü      Science Citation Index tarafından taranmayan dergiler: Genellikle 3. Dünya ülkelerinde yayınlanmaktadır.

ü      Ticari amaçla çıkarılan dergiler: Bir kısmı SCI tarafından taranmaktadır.

 

B.     Yurt içi:

ü      Ulusal  nitelikli dergiler:

-         TÜBİTAK veya meslek kuruluşlarının dergileri,

-         Fakülte veya diğer kurumların dergileri, (Fakülte, kamu hastaneleri veya KİT’lere bağlı kuruluşların dergileri)

-         Kişi veya gurupların çıkardığı dergiler.

-         Özellikle ilaç ve medikal sanayii desteğinde çıkan dergiler.

 

Bilimsel çalışmaların ve dergilerin genel değerlendiril-mesi yapıldığında: Araştırmaların kalitesi ile yayınlandıkları dergi arasında yakın ilişki olmasına karşın; mutlak değildir.

Bilimsel çalışmaların değerlendirilmesinde başlıca kriterler: öncelikle uluslararası hakemli dergilerde yayınlan-mış olması, atıfta bulunulması ve patent uygulamasına ula-şılmasıdır. Dergiler içinse önemli olan: uluslar arası platformda yayınlanması, uluslar arası  sistemlerce (SCI, SSCI, AHCI) taranmasıdır.

 

Araştırma-yayınlanan dergi ilişkileri: Bir bilimsel araştırmanın yayınlanmasında en tercih edilen yöntem uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmasıdır. Bu dergile-rin "Science Citation Index" (SCI), "Social Science Citation Index" (SSCI) ve "Arts and Humanities Citation Index" (AHCI) tarafından taranıyor olması önemli bir özelliktir. Özellikle "Social Science Citation Index"'te yayınlana-bilecek çalışmaların ulusların kendi dillerinde olması yaygın bir alışkanlıktır..

Tüm bu bahsedilen faaliyetler sonucunda değerlen-dirilmeye alınan bilimsel dergiler TÜBİTAK tarafından (YÖK tarafından da kabul edilmektedir.) A,B,C,D sınıf-larına ayrılmaktadır. Yapılan çalışmalar yayınlandıkları der-gilerin sınıflarına göre TÜBİTAK tarafından ödüllendiril-mektedir.

Yurt içi dergilerde ise SCI, SSCI ve AHCI'ce taranan dergi yok denecek kadar azdır. Diğer dergilerde ise hakem uygulaması yapılmakla birlikte, büyük çoğunluğu uluslara-rası standardın altındadır.

Nitekim kamu kuruluşları tarafından yayınlanan veya  özel kişi ve kurumların çıkardıkları dergiler sadece yayın sahiplerinin ilgisini çekmektedir. Hatta yayın sahipleri dı-şında, kimsenin kapağını dahi açmadığı dergilerdir. Maale-sef fakülte dergilerinin de çoğunluğu ayni durumdadır. Bilim adına sarf edilen milli servetin yanı sıra, bilim dünya-sında da ilgi görmeyen bu çalışmaların, yayınlandıktan sonra hiç bir yerde adları dahi geçmemektedir. Keza ulusal bir tarama sistemimizin veya bilimsel dökümentasyon merkezimizin olmaması bu açıdan önemli bir eksikliktir. Günümüzde Türk bilim adamları, 100-150  yıl önce yabancı dergilerde yayınlanmış araştırmaları taramasına ve ulaşma-sına karşın, kendi insanlarımızın çalışmalarına ulaşmak imkanından yoksundur.

Bu genel olumsuzlukların yanı sıra yayın politikasında son yıllarda yaygınlaşmaya bağlayan etik sorunlara da değinmek gerekir.

Gelişmiş ülkelerdeki bilim çevrelerinin olumsuz yaklaşımı: Gelişmiş ülkelerdeki yayın politikaları dışardan ve özellikle gelişmekte olan ülkelerden gönderilen çalışma-lara engel oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki yayın organlarına gönderilen çalışmalarda şüpheci yaklaşım kabule engel olmaktadır. Ayrıca meslek örgütleri tarafından yayınlanan dergilerde kendi üyelerine öncelik tanımaları, keza bu örgütlere üye alımında seçici davranmaları ve üyelik koşullarının ağırlığı yurtdışı yayınları önemli ölçüde engellemektedir. Gelişmiş ülkelerdeki dergilerde, kabul edilecek çalışmaların ya kişisel ilişkisi bulunan bilim adamları tarafından yapılması veya yayın kurulu tarafından bilinen merkezler tarafından gönderilmesi gerekmektedir.

Gelişmekte olan ülkelerdeki yayınlar: Özellikle son yıllarda yaygınlaşan bir yöntem olarak, yurt dışı yayın için, gelişmekte olan ülkelerdeki yayın organları tercih edilmektedir. Uluslararası hakemlilik vasfı taşısa dahi  SCI, SSCI veya AHCI tarafından taranmaları şüpheli olan bu dergilerde yayınlanan çalışmalar, yurt dışı çalışma olarak sunulmaktadır. Arabistan, Hindistan, Pakistan, Güney Afri-ka gibi ülkelerde yayınlanan ve "taranmayan" dergilerde ki bu yayınların kalitesi ciddi olarak sorgulanmalıdır.

Para karşılığı yayın: Son yıllarda yaygınlaşmaya başlamıştır. "Reprint ücreti" veya "basım ücreti" adı altında araştırıcılardan para alarak yayın yapma giderek yaygınlaş-maktadır. Ulusal düzeyde "Reprint ücreti" adı altında yürütülen bu faaliyetler, uluslararası sahnede "basım ücreti" şeklinde olabilmektedir. İşin daha garip tarafı bu prose-dürün tüm bilim çevrelerince bilinmesine karşın; ne söz konusu dergiler TÜBİTAK listesinden çıkarılmakta, ne de bilimsel aşama değerlendirmelerinde bu tip yayınların reddi söz konusu olmaktadır.

Naylon yayınlar: Gerçekte bulunmayan dergilerin kısa süreli olarak belli kişi veya kişilerin araştırmaları için yayınlanmasıdır. Oldukça seyrek görülmektedir. Ancak ciddi bir bilimsel ahlak sorunudur.

Basım aşamasındaki yayınlar: Sıklıkla bilimsel aşama sürecinde karşılaşılmaktadır. Yardımcı doçentlik, doçentlik veya profesörlük sınav- atamasında dosya kabartma amacı ile yapılmaktadır. Ayni dergiden alınmış 5-10 adet "Yayın-lanmak üzere kabul edilmiştir." ibareli çalışmaya ayni ait dosyada karşılaşmak mümkündür. Hatta akademik başvuru dosyalarında 6-7 yıl önce alınmış yayına kabul yazıları ile karşılaşmak olasıdır. Bu durum yayına kabul yazılarının gü-venilirliğinin tartışılmasını gerektirmektedir.

 

Bilimsel çalışmaların değer göstergeleri: Bilimsel çalışmaların değerleri 3 noktada ölçülmektedir. Bunlar uluslararası dergilerde kabul, atıflar ve patent çalışmalarıdır.

Atıflar: Bilimsel araştırmaların diğer araştırıcılar tarafından kaynak olarak gösterilmeleridir. Orijinal makale, derleme veya kitap düzeyinde olabilir. Şüphesiz en iyi olanı kitaplarda yapılan atıftır. Daha sonra derleme ve orijinal makale atıfları gelmektedir. Öte yandan makale başına atıf sayısı, ulusal bilim düzeyi noktasında önemli bir göstergeyi oluşturmaktadır. Örneğin sitasyon impaktı olarak adlandı-rılan bu değer 1989-1993 yılları arasındaki çalışmalar için 0.84'tür. Bunun anlamı söz konusu yıllarda ülkemizden çıkan her yayın bir kez bile kaynak olarak gösterilmemiştir. Yayın sayısının 1979-1928 arasında değiştiği bu dönemde öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 0.1-0.2 arasında iken atıflardaki oranında bu derece düşük olması çok ciddi bir sorundur.

 

Patent çalışmaları: Ulusal patent sayılarımızın dü-şüklüğü, üretilen kısıtlı bilginin pratik uygulama şans-larının olmadığının göstergesidir. Sıfır düzeyinde ki patent sayımız bilim açısından üretkenliğimizin yetersizliğini kanıtlamaktadır.

Nitekim, bilgi üretiminin ikinci aşaması olan patent çalışmalarında, 100.000 nüfusa düşen sayı Japonya’da 42, İsviçre’de 40, Tayvan’da 39.5, Almanya’da 24, Ameri-ka’da 19.5, Yunanistan’da 4 olmasına karşın:  ülkemizde sıfır düzeyindedir.

...........................................................................

Bilgi çağının birinci aşamasında sorunları bulunan ülkemizde, uluslararası sahneyi hedefleyen bilim politi-kaları saptanmadıkça, başarılı olmak mümkün değildir. Bu noktada YÖK tarafından ilk aşama olarak: GSYİH’dan AR-GE’ye ayrılan pay % 1’e,  10.000 nüfus başına düşen AR-GE personeli sayısı 15’e, özel sektörün AR-GE faali-yetleri içindeki payı % 50’ye çıkarılması hedeflenmektedir (4). Ancak bu öneriler dahi, hedeflediğimiz milli gelecek için çok yetersizdir.

21. yy'da lider ülke Türkiye'nin gerçekleşmesi için çağlar üstü sıçrayış mutlak gereklidir. Türkiye, kendi geleceği için, Türk Dünyası için ve İslam Alemi için bunu en geç 1 nesil içinde yapmak zorundadır. Ancak bu noktada sorun, bu bilim çevreleri ve bu YÖK'le,  bu işin nasıl yapılacağıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Ama dünya hala dönüyor.”

Galileo

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nasıl  Bir YÖK? ...................... ÖNERİLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Araştırmamızın bu bölümüne kadar üniversiter ha-yatımızın başlıca problemlerini ve nedenlerini tartışmaya çalıştık. Bu bölümde ise, 21. yy’da yapılanma ve hedefler nasıl olmalıdır? sorusunu tartışacağız.

Üniversiter hayatımızın güncel sorunları, bilim adamı kişiliğindeki erozyon-dejenerasyon, üniversitelerde demokratikleşme, eğitimde kalite ve kantite yetersizliği, bilimsel araştırmacılığın cazibesinin azalması ve Ar-Ge faaliyetlerinin azlığıdır.

Özellikle 1980 sonrası Türk insanında yaşanan de-ğişim, milli özelliklerimizin kaybı ile sonuçlanmıştır. Acı gerçek olarak kabul etmemiz gerekir ki: günümüz Türk insanı değişmektedir. Yaşanan bu değişimden üniversite çevrelerinin payını almadığını söylemek mümkün değildir. Son 300 yılda yüksek öğretimde yaşanan olumsuz gelişmeler, bilim adamı kişiliğinde  erozyona yol açmıştır. Bu noktada toplumun tüm kesimleri ile birlikte, top yekun bir eğitim ve kültür hamlesi kaçınılmaz gereksinimdir. Ancak ulusal politikaları içeren bu konuyu tartışmayı ayrı bir çalışmaya bırakarak, üniversiteler ve YÖK çerçeve-sinde ki diğer sorunları  tartışmak istiyoruz. 

 

Demokratikleşme sorunu: Toplumun en aydın kesimini kapsayan üniversitelerde, katılımcı ve gerçek an-lamda demokrasi işletilemiyorsa, ülke genelinde demokra-siden bahsetmek abesle iştigaldir. Akademik sistemde, demokrasinin gerekliliğine, yararına ve erdemine inanılmı-yorsa, ülke genelinde demokrasinin yerleşmesi mümkün değildir. Ülkemizdeki sistemin, mevcut yasalar ve uygulamalarla yarattığı, demokratik başlangıçtan sonra, tepeden inmeci ve yaptırımcı şekil sona ermelidir. Bu şartlar altında demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bu noktada, Yüksek Öğretim Kanunu'nun değişikliği kaçınılmaz gereksinim olarak karşımıza çıkmaktadır. 

21. yy’da Türk üniversiter hayatının temel hedef-lerinin belirlenmesi; idari yapılanmanın bu hedefler doğ-rultusunda şekillendirilmesi gerekmektedir. Bu noktada üniversiter hayatımızda, eğitimin yaygınlaştırılması, kali-tenin artırılması, kalifiye eleman yetiştirilmesi, bilim- teknoloji ve sanayii üçgeninde gerekli çalışmaların yapıl-ması şart olarak görülmektedir. Tüm bu gelişmeler olurken YÖK ve üniversitelerin demokratik bir ortam içerisinde olması gerekmektedir. Zira demokrasi dışı ortamlarda bilim ve eğitimin, siyasi iktidarların veya hakim güçlerin kontrolüne girmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle YÖK ve üniversite yönetimlerinin tam anlamı ile idari-mali özerkliklerinin bulunması gerekmektedir. 21. yy'da çağın koşullarına uygun Türk yüksek öğretimi, ancak özerk bir ortamda bilimsel temellerden hareketle gerçekleşebilir. Bu ise, yüksek öğretim kanununda yapılacak değişikliklerle mümkün olacaktır.

Halen üniversiter hayatımızda hedefler, DPT planları doğrultusunda YÖK tarafından belirlenmektedir. Özde doğru olan bu durum yüksek öğretim kurumunun yapılanmasında ki uygunsuzluklar nedeniyle, siyasi kadroların kontrolünde gerçekleşmektedir.

 

 

 

Tablo 27. 21. yy’a hazırlanan Türkiye’de yüksek öğretimi için gerekli karakteristikler:

ü      Kişilikli bilim adamları ve yönetim,

ü      İdari ve mali açıdan özerklik, Dış etkilerin azaltılması,

ü      Katılımcı demokrasi, (tüm  öğretim üyeleri ve öğrencilerle),

ü      2005 yılı için % 50 okullaşma oranı,

ü      Eğitimin yaygınlaştırılması, kalitenin artırılması,

ü      Özel üniversitelerin teşviki, yoğun denetim,

ü      Kamu yönetimi konusunda eğitilmiş, deneyimli yöneticiler,

ü      Bilim ve eğitim açısından otokontrol,

ü      İdari açıdan devlet denetimi,

ü      Üretken üniversiteler,

ü      Kişisellikten uzak yüksek öğretim vakıfları,

ü      Toplumla bütünleşme,

ü      Gelişmiş Ar-Ge,

ü      Bilimsel çalışmalarda sayıca artış, teknoloji ve sanayiye yönelik araştırmaların teşviki,

ü      Öğretim üyeliğinin cazibesinin artırılması, bilimsel araştırmaların teşviki, olmalıdır.

 

Yeni sistemde ana planlar aynı şekilde yapılacaktır. Üniversitelerimizin yarışma ortamında gelişebilmesi için: kendi senatoları tarafından kısa ve uzun vadeli hedefler belirlenmelidir. Hemen belirtelim ki Türk üniversiter hayatında her türlü hedef tespiti, yapılanma değişiklikleri ve planlamalar yüksek öğretimin kendi kurulları tarafından yapılmalıdır.

Bu noktada, katılımcı demokrasinin gerçekleşebil-mesi için, Yüksek Öğretim Kurulu ve yöneticilerinin atan-masında köklü yasal değişikliklere gerek vardır.

Yürürlükte olan 1982 anayasasının 130. ve 131. maddelerinde, keza 2547 sayılı yüksek öğretim kanunu madde 1 ve 4-c de belirlenen amaçlar esas olarak yeterli ve doğrudur. Ancak kuruluş ve işleyiş sırasında ortaya çıkan aksaklıklar için yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır.

Öncelikli olarak, Yüksek Öğretim Kurulunun oluş-masını düzenleyen 6. madde, 24 kişiden oluşan kurulun çoğunluğunun atanmasını (toplam 15 üye ile) Cumhurbaş-kanı, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı, ve Milli Eğitim Bakanlığı'na vermektedir. Bu işlem üniversitelerin kendi kendilerini idare etmeleri esası ile çelişmektedir. Bu 15 kişiden sadece Cumhurbaşkanınca atanacaklar için ihtiyari olan, öğretim üyeliği ve yöneticilikte başarılı olmaları koşulu  ise sözde kalmaktadır. Nitekim geçmişte, bu değer yargılarının ne kadar subjektif olabileceğini gösteren kanıtlar bulunmaktadır.

Üniversiteler arası kurulca seçilen 7 kişi ise, hem yüksek öğretim kurumunda sayıca azınlıkta kalmakta, hem de üniversiteler arası kurulun oluşmasındaki seçimlerin demokratik olmaması nedeniyle akademisyenlerin iradesini yeterince yansıtamamaktadır.

Bu nedenle: Yüksek öğretim kurulu üyeliği için Cumhurbaşkanına, Bakanlar Kuruluna, MEB'a verilen üye seçme hakları azaltılmalıdır. Örneğin bu kuruluşların YÖK bünyesinde (24 kişi içinde) 4-4-1 üye sayıları ile temsil edilmeleri yeterli olacaktır. Ayrıca hangi yolla seçilirse seçilsin tüm yüksek öğretim kurulu üyelikleri için bağlayıcı ve seçici şartların olması gerekir. Bilim, eğitim ve idare konularında yeterli deneyimi olmayan kişilerin bu kurula girmeleri önlenmelidir. Belirli düzeyin üstünde bilimsel çalışma yapmamış; eğitim ve idare konusunda deneyim sahibi olmayan kişilerin yüksek öğretim kuruluna girmeleri önlenmelidir. Keza geçmişte idari başarısızlığa uğramış kişiler de, kurullarda görev almamalıdır. Tüm bu zorlayıcı koşullar, kanun ve yönetmeliklerle açık ve bağlayıcı olarak belirlenmelidir.

YÖK başkan ve yürütme kurullarının seçiminde bağlayıcı kurallar ve adaylık şartları olmalıdır. Kişisel sempati yolu önlenmelidir. Yürütme kurulunun seçiminde, atanma metoduna bağlı kontenjanlar kaldırılmalı; ancak iktisat ve işletme konusunda bilgi ve deneyim sahibi uzman öğretim üyelerine ağırlık verilmelidir.

Denetleme kurulu ise üniversiteler arası kurulun seçeceği, idari konularda deneyimli,  5 profesör ile Yargı-tay, Sayıştay, Danıştay ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca gösterilecek 3’er aday arasından seçeceği birer üyeden oluşmalıdır.

Üniversiteler arası kurul, tüm rektörlerin yanı sıra, her üniversitede profesör ve doçent düzeyindeki öğretim üyelerinin seçeceği birer öğretim üyesinden oluşmalıdır. Ancak bu öğretim üyeleri için de yüksek öğretim kurulu için istenen şartlar aranmalıdır. 

Üniversitelerin tüm idarecileri için belirli düzeyin üzerinde bilimsel çalışmalar yapmış olma, eğitim ve öğretimde belirli deneyimin olması şartı getirilmelidir. Ayrıca tüm yüksek öğretim bünyesindeki idareciler kamu idaresi konusunda eğitimli olmalıdır.

Rektör seçiminde yüksek öğretim kurulunun etkisi azaltılmalıdır. Profesör ve doçent öğretim üyelerinin katı-lımı ile seçilecek 3 aday yüksek öğretim kurulu tarafından sadece adaylık şartlarına uygunluk yönünden değerlen-dirilmeli ve atama için herhangi bir sıralama yapmaksızın doğrudan Cumhurbaşkanına sunulmalıdır. Hemen belirte-lim ki bu seçimlerde, -idarenin elinde sayısal koz olarak kullanılan- yardımcı doçent ünvanlı öğretim üyelerine oy hakkı yeniden düzenlenmelidir. Bu amaçla, yardımcı doçentliğe lk atanmalar 3 yıl için yapılmalı; uzatmalar 3’er yıl için olmalıdır. Seçimlerdeki  kullanımı önlemek amacı ile, yardımcı doçentler ilk atanmalarında, atamayı yapan makamın seçiminde oy kullanmamalıdır. Ardarda  dönem-lerle rektörlük olmamalıdır. Her öğretim üyesi en fazla 2 kez ve peş peşe olmamak koşulu ile rektörlük yapabil-melidir.

Üniversite senatoları, rektör, rektör yardımcıları, dekanlar, enstitü ve yüksek okul müdürleri ile fakültelerin tüm öğretim üyelerinin katılımıyla seçilecek birer öğretim üyesinden oluşmalıdır. Üniversite yönetim kurulunun yapılanması ise aynen devam etmelidir.

Dekanlar ve yüksek okul müdürlerinin seçimi ise: tüm öğretim üyeleri ve öğrenci temsilcilerinin (öğretim üye sayısının 1/10’u oranında) katılımıyla yapılmalıdır. Rektörün, adayların aldıkları oyu 1/3 oranında artırmak yetkisi ile yüksek öğretim kuruluna teklifi koşulu getirilmeli, atamalar kurul tarafından yapılmalıdır.

Fakülteler ve yüksek okulların idari yapılanma-sında, tüm öğrencilere (yüksek lisans-doktora dahil) temsil hakkı verilmeli, bu amaçla demokratik yöntemlerle temsil-cilikler oluşturulmalıdır.

Her üniversitede profesör, doçent ve yardımcı doçentler arasından seçilecek 3,2,1 üye ile rektörün ata-yacağı 1 öğretim üyesinden oluşan denetleme kurulu oluş-turulmalıdır. Bu kurullara üyelik için belirli sayı ve düzey-de bilimsel araştırma yapmış olmak ve idari kurullarda görev yapmış olmak koşulu aranmalıdır. Üniversite denet-leme kurulları, şikayet üzerine veya res'en yapacakları araştırmaları, gereğini yapmak üzere rektörlüğe ve yüksek öğretim denetleme kuruluna vermelidir. Rektörlüğün itirazı halinde yüksek öğretim kurulunun vereceği kararlar bağlayıcı olmalıdır.

 

Eğitim ve Öğretim’de hedefler: Çağlar üstü sıçrama zorunluluğunda olan milletimiz için, yüksek öğretimde hedefler büyük olmalıdır. 2025 yılında lider ülke olmanın yolu, en azından 20 yıl önce gerekli insan gücünü temin etmeye bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında YÖK tarafından 2005 yılı için belirlenen 5.362.000 yükseköğretim çağ nüfusunda, % 40 toplam okullaşma oranı, % 35 açık öğretimin payı, % 45 lisans  ve % 30 ön lisans öğrencilerinin payı  yetersizdir.  Bu rakamlar sıra-sıyla  % 50-40-50 ve 35 olmalıdır. Şüphesiz bu rakamların yanı sıra eğitimde branşlaşma da gereklidir. Bilgi çağı ve gelişmiş teknoloji için ileri bilimsel araştırmaların yanı sıra kalifiye elemanlara da ihtiyaç olacaktır. Açık öğretim ve meslek okullarının artan kapasiteleri artırılarak, teknik personel yetişmesi sağlanmalıdır. Öte yandan ülke olarak atılım yapılabilmesi için 21. yy’da özellik kazanacak olan elektrik, elektronik, bilgisayar, genetik, uluslararası ilişkiler, halkla ilişkiler sahaları özellikle her eğitim düzeyinde desteklenmelidir. Yüksek lisans ve doktora düzeyindeki eğitimler için batı dilleri kadar doğu dilleri de aranan koşul olmalıdır. Açık öğretim ve ikinci öğretim programları kesinlikle artırılmalı ve kalifiye teknik Per-sonel yetiştirmek amacına yönelmelidir. Bu noktada, 2 yıllık meslek yüksek okullarının tüm yüksek öğretim içindeki payı % 20’ye, açık öğretim ise % 40'a yüksel-melidir.

Üniversitelerdeki öğretim üyelerinin sayısı ise mevcut 20.146 rakamına ilaveten en az 30.000 olmalıdır. Bu rakamlarla öğretim üyesi başına 25 öğrenci hedefine ulaşmak mümkün olur. 

Bu rakamsal değerlerin yanı sıra: özellikle taşrada meslek yüksekokullarında görev yapan öğretim üye ve görevlilerinde yaşanan kalite sorunu için, hizmet içi eğitim programları yapılmalıdır. Yurtdışına öğrenci gönderme işlemi için, yüksek öğretim kurulu tarafından her yıl için üniversitelere kapasitelerine göre kadro tahsis edilmeli; bu kadroların kullanımı üniversite yönetim kurullarına bıra-kılmalıdır. Yurt dışına gönderilen elemanlar takip edilme-li; başarısız olanlara maddi mükellefiyetin yanı sıra, süre sonunu beklemeden geri çağrılmalı, ayrıca üniversitelerin bu olanaklarından faydalanan kişilere belirli sürelerle zorunlu hizmet koyulmalıdır.

Yurt İçi Lisansüstü Programları için, belirli bir not ortalamasına ve LES (Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) puanına sahip olmaları koşulu devam etmeli, ancak istenen düzeyler üniversite senatolarınca belirlenmelidir. Yabancı dil sınavları ise, geçiş sürecinde (5 yıl) üniversitelerce (veya fakülteler) yapılmalıdır. Daha sonra KPDS ile birleştirilebilir. Veya ikinci bir alternatif olarak yüksek lisans programlarına alınan genç bilim adamı adayları 1 yıl süre (ekonomik ihtiyaçları karşılanılarak) yabancı dil programına alınabilir. Süre sonunda başarısız olanların üniversitelerle ilişkileri kesilebilir.

Yüksek lisans ve doktora eğitimleri yeterli sayıda öğretim üyesi bulundurmak koşulu ile tüm üniversitelerde serbest olmalıdır.

Yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlük kad-rolarına yapılacak atamalarda subjektivite önlenmelidir. Bu amaçla: tüm yüksek öğretim kurumları için ortak bir değerlendirme formu oluşturulmalıdır. Bu ortak form atamaların yanı sıra doçentlik sınavları içinde geçerli olmalıdır. Bu konuda, özellikle son yıllarda değişik üniversitelerde değişik şekillerde uygulanmaya başlanılan yönetmelikler standardize edilmeli ve farklı uygulamaların oluşması önlenmelidir. Halen bazı üniversitelerde uygu-lanmakta olan yönetmelikler özde benzer olmasına karşın nüans farkları taşımaktadır. Yapılan tüm bilimsel çalış-maların değerlendirilmesinin yanı sıra, idari çalışmalar da değerlendirilmeye alınmaktadır. Kişisel düşüncemiz: bilimsel çalışmaların dışında olan idari faaliyetlerin bu değerlendirmeye etkisi az olmalıdır. Akademik ilerleme ile ilgili olan bu sahada esas olarak bilimsel faaliyetler değerlendirilmelidir. Bu konudaki önerimiz kitabın sonunda Ek 1 olarak görülecektir.

 

Bilimsel Hedefler: 21 yy'da bilgi çağına hazırlanan Türkiye için 2005 yılı bilimsel hedefleri:

a)      Uluslararası bilime katkıda 10 sıraya yükselmek, (1998 yılı için gerçekleşen rakamın 8-10’a katlanması)

b)      Bilimsel araştırmaların stratejik, ekonomik ve politik önemi olan sahalara kaydırılması,

c)      Teknoloji ve sanayi açılarından değer taşıyan araştır-malara yönelinmesi, olmalıdır.

 

Bu amaçla: GSYİH’dan AR-GE’ye ayrılan pay % 2’ye, 10.000 nüfus başına düşen AR-GE personeli sayısı 50’ye  yükseltilmelidir. Özel sektörün AR-GE faaliyetleri içindeki payı % 50’ye çıkmalıdır. Bilim adamlığı cazip hale getirilmelidir.

Halen TÜBİTAK tarafından yürütülen bilimsel çalışmaların desteklenmesi projeleri genişletilmelidir. Yurt içi ve yurt dışı bilimsel dergiler sınıflandırılarak, bilimsel araştırmaların teşviki standardize edilmelidir. (Bu sınıf-lama bilimsel çalışmaların değerlendirilmesinde de esas alınmalıdır) Patent çalışmaları  özellikle desteklenmelidir.

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynaklar

 

1. Yüksek Öğretim Politikası. MHP Ar-Ge yayını 1999.

2. http://www.yok.gov.tr (Raporlar)

3. Dr. Altan Kitapçı. Yükseköğretim Mevzuatı. Yaylım Yayıncılık 3. Baskı İstanbul 1998.

4. Prof. Dr. Mümin Köksoy. YÖK depremine acil çözüm. Ayyıldız Gazetesi. 11 Eylül 1999. Sh.2.

5. Higher Education in the Twenty-First Century: Vision and Action. UNESCO Conference, Paris, 5-9 Ekim 1998, Working Document ED-98/CONF.202/CLD.23

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ek 1. Öğretim üyeliğine baş vuru bilimsel dosyalarını değerlendirme yöntemleri:

 

A.  YAYINLAR:

 

1. SCI (Science Citation Index), SSCI (Social Science Citation Index), AHCI (Arts and Humanities Citation Index) ve benzeri yayınlar listesinde yer alan dergilerdeki yayınlar ............................................................... 30 PUAN

 

2. Yurtiçi, Yurtdışı hakemli dergilerdeki (SCI, SSCI ve AHCI tarafından taranmayan) yayınlar ............. 15 PUAN

 

3. Diğer bilimsel dergilerdeki yayınlar .............  10 PUAN

 

B. BİLDİRİ ve POSTERLER:

 

4.      Uluslararası kongre, sempozyum, panel, workshop gibi bilimsel toplantılarda sunulan,

Tam metin olarak yayımlanan ya da yayımlanacak olan bildiri ...................................................................15 PUAN

Özet metin olarak yayımlanan ya da yayımlanacak olan bildiri ...................................................................10 PUAN

Yayımlanmamış poster, sözlü sunum ile gösterim 5 PUAN

 

5. Ulusal kongre, sempozyum, panel gibi bilimsel toplantılarda sunulan,

Tam metin olarak yayımlanan  ya da yayımlanacak olan bildiri .....................................................................8 PUAN

Özet metin olarak yayımlanan ya da yayımlanacak olan bildiri .................................................................... 5 PUAN

Yayımlanmamış poster, sözlü sunum ile gösterim 3 PUAN

 

C.     KİTAPLAR:

 

6. Alanında kitap yazarlığı:

Yurtdışında yayımlanan kitap ........................... 20 PUAN

Yurtiçinde Türkçe veya yabancı dilde yayımlanan kitap ..............................................................................15 PUAN

                                                                                                                                         

7.  Alanındaki kitaplarda bölüm ve ünite yazarlığı

Yurtdışında yayımlanan kitap ............................ 15 PUAN

Yurtiçinde Türkçe veya yabancı dilde yayımlanan kitap ............................................................................ 10 PUAN

 

D.    ÇEVİRİLER:

                                                                                                                                     

8. Alanında kitap çevirisi ................................... 10 PUAN

(Çevrilen kitabın kapasitesi ve kalitesine bağlı olarak      puan azaltılabilir.)

9. Alanında makale, kitap bölümü ve karar tahlili çevirisi .............................................................................. 3  PUAN

 

E. EDİTÖRLÜK,  HAKEMLİKLER ve KONGRE FAALİYETLERİ:

 

10.  SCI, SSCI ve AHCI tarafından taranan dergilerde editörlük (Her yıl için) ....................................... 25 PUAN

 

11.  SCI, SSCI ve AHCI dışındaki uluslararası indeks ve özler tarafından  taranan dergilerde editörlük (Her yıl için)

............................................................................ 20 PUAN

 

12.  Hakemli bilimsel veya mesleki dergilerde editörlük (Her yıl için)  ..................................................... 15 PUAN

 

13.  Yukarıdaki maddelerin kapsamı dışında kalan diğer bilimsel veya mesleki dergilerde editörlük (her yıl için)

............................................................................. 5 PUAN

 

14.  Yukarıda belirtilen dergilerde yardımcı editörlük veya konuk editörlük (Her yıl için): İlgili maddelerde belirtilen puanların yarısı.

 

15.  Yukarıda belirtilen dergilerde hakemlik (Her yıl en fazla 5 adet hakemlik için): İlgili maddelerde belirtilen puanların beşte biri.

 

16.  Kitap editörlüğü

Alanında yurtdışında yayımlanan kitap editörlüğü ............................................................................. 25 PUAN

 Alanında yurtiçinde yayımlanan kitap editörlüğü ............................................................................. 20 PUAN

 

17.  Uluslararası  kongrelerde:                                                                                     

Başkanlık............................................................30 PUAN

Başkan yardımcılığı, sekreterlik ve diğer yöneticilikler ............................................................................ 20 PUAN

Panelistlik ...........................................................20 PUAN

Oturum başkanlığı veya yardımcılığı .................10 PUAN

 

18. Ulusal  kongrelerde:                                                                                     

Başkanlık............................................................20 PUAN

Başkan yardımcılığı, sekreterlik ve diğer yöneticilikler ...........................................................................10 PUAN

Panelistlik ........................................................ 15 PUAN

Oturum başkanlığı veya yardımcılığı ................ 5 PUAN

                                         

F.  ATIFLAR:  (Adayın kendi kendisine yatığı atıflar kabul edilmez)

                                                                                                              

19.  SCI, SSCI ve AHCI tarafından taranan dergilerde yayımlanmış ve adayın yazar olarak yer almadığı yayınlarda, adayın atıf yapılan her eseri için ...... 15 PUAN

 

20.  SCI, SSCI ve AHCI dışındaki indeks ve özler tarafından taranan dergilerde yayımlanan ve adayın yazar olarak yer almadığı yayınlarda, adayın atıf yapılan  her eseri için ................................................................ 9 PUAN

 

21.  Hakemli dergilerde yayımlanan ve adayın yazar olarak yer almadığı yayınlarda, adayın atıf yapılan her eseri için ........….................................................... 6 PUAN

 

22.  Adayın yazar olarak yer almadığı kitap veya diğer yayınlarda, adayın atıf yapılan her eseri için ........ 3 PUAN

 

 

 

G.    ÖĞRETİM FAALİYETLERİ:

 

23.  Son beş yılda verilmiş dersler; her yarı yılda verilen en fazla üç ders için:

Lisansüstü ...........................................................5 PUAN

Lisans ..................................................................3 PUAN

 

24.  Yönetiminde

Tamamlanan her doktora tezi için .................... 10 PUAN

Tamamlanan her tezli yüksek lisans için .......... 10 PUAN

Devam eden her doktora tezi için ....................... 5 PUAN

Devam eden her tezli yüksek lisans için .............5 PUAN

 

25. Ödül puanları (Birden fazla kişi tarafından kazanılmışsa kişi sayısına bölünür.):

Uluslararası Bilim Ödülü ................................. 30 PUAN           

Uluslararası Araştırma Ödülü .......................... 20 PUAN

Ulusal Bilim Ödülü ..........................................15 PUAN

Ulusal Araştırma Ödülü ...................................10 PUAN

 

26. Yurtdışı kaynaklardan sağlanan projeler için 10 PUAN

 

27.  İdari Görevler:

Yüksekokul Müdürlüğü, Enstitü Müdürlüğü, Dekan Yardımcılığı (Her yıl için) ................................... 5 PUAN

Yüksekokul   Müdür   Yardımcılığı,    Enstitü    Müdür    Yardımcılığı,    Çiftlik Müdürlüğü, Hastane Müdürlüğü gibi yönetim görevleri (Her yıl için) ...................  2 PUAN

Yönetim Kurulu Üyeliği, Bölüm başkanlığı (Her yıl için) ...........................................................………….....3 PUAN

Genel Kurallar:

Profesörlük atanması için:

ü      Toplam  400 puan almak,

ü      Doçentlik döneminde ki 1-7 gurubundaki çalışmaların 250  puandan aşağı olmaması,

ü      Doçentlik döneminde ki 23-24 gurubundaki çalışma-ların 70 puandan aşağı olmaması,

 

Doçentlik sınavı ve kadroya atanmak için:

ü      Toplam 200 puan almak,

ü      1-7 gurubundaki çalışmaların 150 puandan aşağı olmaması,

ü      23-24 gurubundaki çalışmaların 30 puandan aşağı olmaması,

 

Yardımcı doçentlik kadrosuna ilk atanma için: (İlk 3 yıl için)

ü      Üniversite-fakültelerce yapılacak yabancı dil sınavın-dan en az 70 almak,

ü      Bilimsel çalışmalardan en az 15 puan almak,

 

Her yeniden atanma için:

ü      KPDS'dan en az 50 almak,

ü      Toplam 70 puan almak,

ü      1-7 gurubundaki çalışmaların 50 puandan aşağı olmaması,

ü      23-24 gurubundaki çalışmaların 20  puandan aşağı olmaması, gerekir.

 

 

 

 

Yayın ve makalelerin değerlendirilmesi ile ilgili genel kurallar:

            Adayın tüm yayınları değerlendirilmeye alınır. Ayni çalışmanın birden fazla yerde yayınlanması veya sunulması halinde en fazla puan alacak olan çalışma esas alınır.

Çalışmaya verilecek puan dağıtımında: eğer çalışma tek bir ana bilim dalından çıkmışsa, ilk isime % 50, 2. isime % 25, 3. ve daha sonraki isimlere kalan kısım eşit olarak paylaştırılır. Yazar sayısının 2 olması durumunda oranlar % 60 ve 40 olarak hesaplanır. Çalışmada birden fazla ana bilim dalının katkısı söz konusu ise: çalışmada ilk geçen ana bilim dalına % 60 diğerlerine kalan kısım diğerleri arasında paylaştırılır.

Orijinal araştırma olması durumunda, jüri üyeleri araştırıcıya verecekleri puanı % 50 oranında artırabilirler.

Bu yönetmelik her 5 yılda bir güncel şartlara göre yenilenir.