BEKTAŞİLİK ve ALEVİLİK ÜZERİNE
Prof. Dr. K. E.
Günümüz Türkiye'sinde yaşanan sünni-alevi çekişmesi asırlardır devam eden ciddi bir sorun olarak devam etmektedir. Son 30 yılda Orta Doğu jeopolitiğinde yaşanan gelişmeler konunun önemini artırmaktadır. Konu dini temellere dayandırılarak alevlendirilmek istenmektedir. Hemen belirtelim ki olay bir mezhep tartışması değildir. Hatta bir tarikat tartışması da değildir. Zira özellikle alevi boyutunda ne mezhep ne de tarikat faktörü rol oynamaktadır. Konuyu açıklamak için sünni, şii, bektaşi ve alevi inançlarının tarihi dayanaklarına kısaca değinmekte yarar vardır. Sünni, kelime anlami itibari ile peygamber efendimizin yolunda giden demektir. Bu noktada hemen akla gelen ve sünni olmayan inançtaki öğretilerin yaptıkları eleştiriye katılmamak ta mümkün değildir. Peki diğerleri fahr-ı kainat'in yolunda gitmiyorlar mi? Şüphesiz ki bu yaklaşım kendi açısından haklıdır. Ancak konumuz sadece kullanılan deyimleri ve inanç sistemlerini tespit etmek olduğundan bu hususun üzerinde durmayacağız. İnançları oldukları gibi kabul ederek objektif tespitlerde bulunmak daha yararlı olacaktır. Alevi ise kelime anlamı itibarıyla Aliyi seven manasında olup genel anlamda Ehl-i beyti seven olarak kullanılmaktadır. Bu söz üzerine sünni kesimden gelen eleştiriler ise "Bizim Aliyi sizden fazla sevmediğimizi nerden biliyorsunuz?" dur.
İnanç sistematiği açısından sünni alevi ayrımının baslangıcı asr-ı saadete kadar uzatılmakta ve peygamber efendimizin hanımları, yakınları ve sahabe-i kirama kadar ulasmaktadır. Söz konusu şahısların tümü de din uluları olup cennetle müjdelenenler arasındadırlar. Fahr-ı kainatın vefatından sonra yasanan yakışıksız olaylar ise tüm islam aleminin acı ile andığı hadiselerdir. Bizler açısından önemli olan husus ise bu olaylara karışan bir tane bile Türk'ün bulunmamasıdır.
Öte yandan fahr-ı kainata böylesi yakın olan kimselerin iktidar kavgası yaparak, Ümmet-i Muhammedi, niye böyle parçalara ayırdıkları hususunu saygısızlık korkusu ile tartışmamaktayız. Kur'an-ı kerime saygısızlık yapan, peygamber efendimizin torunlarını öldüren hiç kimsenin, hiç bir müslüman tarafından hoş görülmesini de mümkün görmüyoruz.
Öte yandan alevi toplumunda yaşamakta olan miraç olayı, pençe olayı bir inanç olarak algılanmalı ve tartışma konusu yapılmamalıdır.
İslam tarihi boyutundaki inanç sistematiği içinde Türk aleviliği, islami inançların dışında göçmen-yörük Türkmen kültüründen ve hatta şamanizmden izler taşımaktadır. Değişik art niyetli yorumlarla yapılan, musevilikten, hristiyanlıktan izler taşıdığı iddiası ise asılsız ve art niyetli yakıştırmalardan ibarettir. Bu açıdan özellikle son 30 yilda aşırı sol literatürün alevi kültürüne sokulması çalışmaları, önemli bir faktördür. Nitekim alevilikteki Allah (CC), Hz. Muhammet (SA), Ali (RA) üçlü sevgisini, hristiyanlıktaki Rab-Mesih-Meryem teslisine benzeterek, aleviliğin hristiyanlıktan izler taşıdığını iddia edenlerin tümünün eski marksist tüfekler olması dikkat çekicidir.
İslam tarihinde yaşanan ve tümüyle Türk milletinin dışında olan ve kavmiyetçi-ferdi kavgalardan kaynaklanan mezhep tartışmalarının Türk coğrafyasına yansıması, geleceğimiz açısından son derece önemlidir. Bilindiği üzre ehlibeyte bağlı inanç sistemi Türkiye’deki inanç yapısından farklı olarak, dünyada Şii-Caferi inanç sistematiği içerisinde yorumlanmaktadır. Bu mezhepler Türk dünyasında Iran Türkleri ve Azerbaycan'da kabul görmektedir. Sünni Türk-Islam felsefesi özünde taşıdığı inançlara saygı prensibi ile tüm insanların dini duygularına saygılı olup, bu sayede geniş bir coğrafyada asırlar süren medeniyeti kurmuş ve yaşatmıştır. Günümüz şartlarında ise sünni orta asya Türk cumhuriyetleri ile Türkiye arasında köprü ancak şii inancında olan Türk devlet ve toplulukları üzerinden gerçekleştirilebilir. Ayrıca bir olmak, iri olmak, diri olmak idiasında olan Türk milleti, aynı kökten gelen, ayni dine inanan kardeşleri ile birlik olmaya, ortak güç oluşturmaya mecburdur. Aksi takdirde dış güçler tarafından da körüklenen bu ayırım ciddi kardeş kavgalarına kadar uzanabilir.
Türkiye bazında, Ehli beyte bağlı olan inanç gurupları şii, bektaşi ve alevi adi altında 3 ayrı gurupta incelenebilir. Son yıllarda İran'dan kaynaklanan şia kökenli akımlar henüz geniş bir taraftar kitlesi bulmamakla birlikte gerekli tedbirler alınmadığı takdirde ciddi sorunlar yaratabilecektir. Bu cümleden olarak ülkemizde şia inancında olan az sayıdaki Kars-Iğdır yöresindeki şiilerin kesinlikle Iran rejimi ile siyasi anlamda ilişkilerinin olmadığını vurgulamak gerekir. Iran'daki rejim değişikliğinden sonra ülkemizde 3 yerde açılan (Iğdır, Çorum ve İstanbul Halkalı) şia camilerinin üzerinde siyasi açıdan önemle durmak gerekir. Unutulmamalıdır ki samimi inanç sahibi şii kardeslerimizin dış güçlere alet olmasını önlemek devletimizin asli görevidir. (Not: 1996-1997 yıllarındaki çalışmalarla bu rakam 30'u İstanbul, 2'si Ankara, 3'ü Bursa ve kalanları başta Iğdır olmak üzere Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere 300'e ulaşmıştır. Yine bu dönemde söz konusu camilere maaşları mahalli olarak karşılanmak üzere imam atanması, iyi niyetli olmakla birlikte yetersizdir. Gerekli olan tüm ücretlerin diyanetçe karşılanması koşulu ile söz konusu din adamlarının merkezce yetiştirilip atanmasıdır.)
Öte yandan şia camilerinde çalışan imamların maaşlarının cemaatlerce verilmesi en azından yaratacağı kontrol zaafiyeti nedeni ile riskliddir. Kaldı ki bu uygulamada dış güçler tarafından maaşı verilmesi ihtimali olan kişilerin durumu özel önem taşıyabilir.
Türkiyedeki bektaşi gurupları temelde Hacı Bektaş-ı Veli'nin öğretilerine bağlıdır. Hacı Bektas, Ahmet Yesevi Hocanın öğrencisi olup sünni bir kaynaktan gelmektedir. Tarikat özelliğindedir. Ehlibeyt sevgisi belirgindir.
Hacı Bektaş ocağına bağlı olanlar günümüzde bel oğlu ve yol oğlu olarak 2 guruba ayrılmaktadır. Her iki gurupta sistematik köken 15. yy da devlet tarafindan ocağa atanan bir nakşibendi şeyhi olan Balım Sultan tarafından belirlenen esaslara dayanır.
Bel oğulları Hacı Bektaş'ın evlendiğini ve soyunun devam ettiğini iddia etmektedir. Ayni soydan geldiğini savunan ve Bektaşi toplumunda Çelebiler olarak adlandırılan, gümüzde Hacı Bektas ilçesi ve Kırşehirde yerleşik bulunan Ulusoy soyadını taşıyanların önderliğini yaptığı guruptur. Bektaşilerin büyük kısmı bu ocağa bağlıdır. Etkinlikleri Doğu, Güneydoğu, Akdeniz ve Orta Anadolu'dadır.
Yol oğulları ise Hünkar Hacı Bektaş'ın evlenmediğini, dolayısıyla soyunun devam etmediğini savunmaktadır. Inanç sistematiği açısından büyük farklılıkları yoktur. Önderleri İzmir'de yaşayan Doç. Dr. Bedri Noyan'dir. Etkinlikleri Ege, Marmara ve Balkan ülkelerindeki Türk guruplarındadır.
Her iki kolda da bektasilik dedeler, dede-babalar aracılığı ile yürütülmektedir. Yazılı bir inanç sistematiği yoktur. Tek yazılı belgeleri 3 ayrı formu bulunan Hünkara ait velayetnamedir. Bu belgenin her üç formu da incelendiğinde bir inanç sistematiği veya öğreti olmaktan ziyade tüm anadolu ve balkanlarda, sünni kesimde de sıkça görülen ve ağızdan ağıza anlatılan, horasan erenleri menkıbelerine benzemektedir. Herşeyi ile Türk-İslam inancını yaşatan Anadolu formudur.
Alevi kesim ise, ehlibeyt sevgisi dışında, şia ve bektaşilikten her şeyi ile ayrı bir gurup olma özelliğindedir. Temelde örf, adet, yaşayış ve değer yargıları itibariyle özbeöz Türk olan bu insanlar, Osmanli Imparatorluğu sırasında merkezden uzak kalan, dini inançlarını örf ve adetleri ile yoğurarak kendilerine has bir yorum getiren insanlardir. Bu sistematik içinde tüm guruplar islami inançları temel kabul etmekle birlikte ibadet bazında yorum farklılıkları gösterebilmektedir.
Günümüzde cem ve cemevi denildiği zaman insanlarımızın aklına, İstanbul'da siyasette aşırı uçların kontrolündeki cemevleri gelmektedir. Buralar, sol gurupların toplandıkları veya eylem sonrasi saklandıkları, ya da önünde gösteri yaptıkları yer olmakta, medyada ise bütün alevilerin merkezi gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Böyle olunca cemevleri alevilerin gerçek inançları doğrultusunda toplantı yeri olmaktan çıkıp ve siyasi çevrelerin çıkar uğruna yandaş toplamak için inanç sömürüsü yaptıklari yer özelliğini kazanmaktadir. Oysa mütevazi alevi köylerinde yapılan cemlerin böyle olmadığı görülmektedir. Insanlarımızın Türk-Kürt, sağcı-solcu, inanan-inanmayan, laik-antilaik gibi kamplara bölündüğü, bunların dış odaklarca körüklendiği, içten de yandaşları tarafından desteklendiği bir dönemde, ayni dine mensup, Allahı bir, Peygamberi bir olan topluluğun inançlarındaki küçük teferruat dağ gibi gösterilmektedir. Ortaya aslı astarı olmayan mantık dışı hurafeler atılmakta, yalan yanlış dedikodu haberler ile sünni-alevi guruplar sanki ayrı dünyaların insanları gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Tarihi süreçten gelen inançlar, günümüz kosullarında yöreden yöreye, esasta aynı, teferruatta farklı özellikler göstermektedir. Bunlar incelendiğinde hepsinin ortak noktaları Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in son peygamber olarak kabul edilmesidir. Alevi inanışını sünni inançtan ayıran tek nokta cem olayıdır. Her iki kesimde de islam ibadetlerini yerine getiren ve getirmeyenler bulunmaktadır. Günümüz Türkiye'sinde ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel olarak birbirine kaynaşmış, limitte de olsa kız alıp kiz vermiş, ortak çalışmış, beraber askerlik yapmış, eğitim görmüş, savaşmış, ayni iman ve ülkü ile çalışan bu insanları kamplara bölmenin kime yarayacağını düşünmek gerekir. Sünni inanca göre hoca alevi inanca göre de hocadır. İlave olarak dede bulunur.
Dede cem evinde cem olayını yürüten kişilere verilen addır. Dede, ehlibeyt ve onun soyundan gelen ocakzade kişilerdir. Herkesin "Ben aleviyim. Ben dedeyim." demesi mümkün değildir. Dedelik vasfına sahip olması için peygamber efendimizin "Benim çiçeklerim." dediği ehlibeytin soyundan olma zorunluluğu vardır.
Cem, yerleşim bölgelerinde senede bir kez yapılır. Cemde bir yıllık dünya hayatının din ve inanışla ilgili hesaplaşması yapılır. Küsler barıştırılır. Yeni hısımlıklar oluşturulur. Bu ceme küs olanlar, barışmak ta direnenler, yüz kızartıcı suç isleyenler alınmazlar. Abdest almadan ceme girilmez. Cem büyük bir odada dedenin huzurunda erkekler önde, kadınlar ve çocuklar daha arkada olmak üzere yapılır. Cem "Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali" düsturu ile başlar. Dede, hazır bulunan canlara dini nasihatlar verir. Akraba olmayan kişiler arasında her iki dünyayı içeren kardeşlik- musahiplik - olayı taliplerinin istekleri üzre toplum huzurunda gerçekleştirilir. Musahiplik dünya malında mutlak kardeşlik esasına dayanır. Kardeşlikten öte olarak musahipler birbirinden kiz alıp veremezler.
Ikisi de bir elmanin yarisi,
Özü çürük, kalbi kara birisi,
On iki imam divanina giremez."
Anadolu'da alevi olarak yorumlanan çepni, sıraç, tahtacı, kızılbaş vb adları ile guruplandırılabilen bu insanlar temelde islamiyeti kabul etmekle birlikte amelde farklılıklar göstermektedir. Ibadetleri birbirinden farklıdır. Muharrem ayında 9-12 gün oruç tutanların yanı sıra ramazan ayında oruç tutanlar da bulunmaktadır. Keza bektaşi ocağından ayrı olduklarını kabul etmektedirler. Hatta bu ayırım alevi-bektaşi gurupları arasında kız alıp-vermeme düzeyine kadar ulaşmaktadır. Sünni kesimde sıkça ifade edilen İslami değer yargılarını reddederek Hz. Ali'ye peygamberlik ve hatta Allahlık iddiasında olanlar ise tüm alevi guruplar içerisinde % 1'i bulmayan gurubu oluşturmakta ve bu inanç, alevi toplumu genelinde kabul görmemektedir.
Sünni din adamlarının bu konudakı yorumları ya yetersiz bilgiden dolayı sünni ortadoksi çizgisinde kalmakta veya aleviliği Caferilik, Maturidilik, Rufailik gibi mezhep ve tarikatların bir formu olarak görmektedir. Burada aleviliğin ilahiyat boyutunu tartişmak gibi bir düşüncemiz yoktur. Çünkü böylesi tartışmaların geniş perspektifte diyanet mensupları ve alevi aydınlarınca yapılmasının doğru olacağına inanıyoruz.
Söz sırası gelmişken sünni ve alevi kesimler arasında yetersiz diyaloga bağlı olan veya birbirlerini yanliş anlamaktan kaynaklanan ağır, onur kırıcı ithamlara kısaca değinmekte fayda vardir. 15. yy'dan beri ve özellikle 16. yy'dan sonra kapalı bir toplum olma gereği duyan aleviler hakkında, sünni kesimde kullanılan aşağılayıcı ithamlar alevi toplumunu derinden yaralamakta ve ayırımı körüklemektedir. Mum söndü, horoz uçurma ithamları bunların başında gelmektedir. Namaz kılmadıkları, gusül abdesti almadıkları suçlamaları tüm mezhepler için oldukları kadar geçerlidir. Hiçbir Türkün kabul edemeyeceği bu ağır ithamlar yazıktır ki asırlardır devam etmiş ve tartışmaya dahi açılmamıştır. Bunun karşılığında alevi kesimin sünni kesime yönelttiği ithamlar da tartışılmadiğından asırlardır bir kördöğüşü şeklinde süregelmiştir. Bu noktada Osmanlı'nın gayrimüslim azınlığa tanıdığı hosgörüyü alevi kesime tanımadığını; onları hristiyan ve yahudilerden daha asağıda gördüğünü kabul etmek gerekir. Prof. Türkdoğan'in ifadesi ile bu sünni ortadoksisinin etkileri günümüzde de halen süregelmektedir.
Devletin bekası ve milletin birliği açısından sorunun tümüyle ortadan kalkması gerekir. Ancak bu noktada temelde hiçbir önemi olmaması gereken bu ikilemin tarihi süreçte nasıl geliştişinin ortaya konmasında fayda vardır. Türkiye'de alevi hareketi başından beri siyasi bir aksiyon olarak başlamış ve gelişmiştir. Sünni ortadoksisinin etkisinin az olduğu 13.-15.yy anadolu türkmen ve yörükleri, ehlibeyt sevgisi dışında hiçbir ortak değerlerinin olmadığı İran'dan kaynaklanan şia akımlarının etkisinde kalmış; giderek sünni ortadoksisinden uzaklamışlardır. İdarenin aldığı zorlayıcı tedbirler ise birliği sağlamak biryana ayrımı daha da körüklemiş ve sonuçta bu insanlar sünni kesimden kaçan kapalı toplantılar yapan, devlete ve sünnilere yabancılaşmış bir gurup haline gelmiştir. Cem ayinlerinin gizliliği, kapalı toplum özellikleri ve sünni kesimden kaçış tümüyle bu dönemin sonuçlarıdır. Keza Fatih ve Yavuz zamanında yapılan katı uygulamaların da bu ayırımın artmasında etken olduğu gerçektir. 17.-19.yy arasında sünni ortadoks idare tarafından aşağılanan bu insanların, -tüm olumsuzluklara rağmen Fatih ve Yavuz'a karşı, Türk olan Uzun Hasan ve Şah İsmail'in yanında yer almaları dışında- devlete karşı faaliyette bulunmamaları önemli bir özelliktir. Öte yandan söz konusu hakanlar dönemle-rinde yapilan savaşlara milliyetçi- alevi aydınlar tarafından yapılan "Türk Tarihinin bahtsız savasları" değerlendirmesine katılmamak mümkün değildir. Okullarda tüm gençliğe okutulan resmi tarihin dışında, Cumhuriyet dönemi Türk tarihçilerinin kabul ettikleri Türk hanedanları arasında yapılan savaşlar görüşüne katıldığımızı belirtmek yerinde olacaktır. Yine Nizam-ı alem kavgasının verildiği söz konusu dönemde, Osmanlı padişahlarının katı tutumlarının alevi kesimde toplumsal tepki yarattığını kabul etmek gerekir.
Kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet döneminde ise tüm bektasi, alevi ocakları ve aydınları tümüyle Atatürk'ün yanında yer almış ve vatanın kurtarılmasına fiilen katkıda bulunmuşlardır. Yine Atatürk'ün Osmanlı döneminde dışlanan, hakir görülen bu insanlara gösterdiği ilgi karşılıksız kalmamış; inanç sistematiğine Atatürk sevgisinin eklenmesine neden olmuştur. Günümüzde tüm bektaşi-alevi guruplardaki Atatürkçülük akımının kaynağı da bu sevgidir.
Özellikle çok partili döneme geçişle birlikte CHP karşıtı siyasi kadroların politika sahnesinde sünni ortadoksiyi anımsatan söylemleri ve Atatürk'ün kurduğu partiye karşı çıkmaları bektaşi-alevi gurupların öncelikle CHP çatısı altında kalmalarına yol açmıştır. 1960 sonrası dönem Türk siyasi literatürüne giren sol söylemler ezilen insan imajının alevi guruplarda yankılanmasına yol açmıştır. Sonuçta % 100 Türk olan bu insanlar kendi inanç sistematiklerindeki yazılı belge eksikliğinin de etkisi ile kültürel erozyona uğramış ve sonuçta sol fikirler alevilik adına ifade edilir olmustur. Bektasi-alevi kültürünün aydın temsilcileri günümüzde de bu ızdırabı dile getirmektedirler.
Günümüzdeki sorunlar:
Cem evleri tartışması: Konu 15. yy dan itibaren devam eden bir alevi formunun siyasi platforma taşınmasıdır. Alevi köylerinde öteden beri bulunan köy-toplantı evi güncel olarak cem evleri şeklinde görülmektedir. Söz konusu yerler eskiden beri toplantı ve misafir yeri olarak kullanılmakta iken günümüzde siyasi platformda tartışmalara neden olmaktadır. Bir toplumsal faaliyet yeri olarak sendikalar, dernekler gibi algılanması gereken bu yerler belirli siyasi görüşler tarafından islam dışı veya camilere alternatif bir toplantı yeri gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Özellikle cemevlerinin, eski tüfekler tarafından ayrı bir ibadet yeri gibi sunulmaya çalışılması dikkat çekicidir. Her iki uç örnek te toplumsal gerginliği artıracak ve birlik-beraberliği bozacak yaklaşımlardır. Temelde bu yerler bir sosyo-kültürel aktivite yeridir ve gündelik siyasetin dışında kanun- yönetmelikler sınırları içinde çalışan bir sivil toplum örgütü olarak kalmalıdır.
Diyanette temsil:Alevi toplumunun temsilcileri tarafından zaman zaman dile getirilmektedir. Ancak devlet geleneği açısından mümkün değildir. Açılacak bu kapı daha sonra her türlü dini guruplar, mezhepler ve tarikatlar tarafindan benzer isteklerin dile getirilmesine yol açacaktır. Diyanet bir devlet kuruluşu olarak kalmalı ve her türlü inançtaki insanların ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Bu açıdan alevi toplumunun ihtiyacı olan eğitim ve diğer sorunların çözümünü de üstlenmelidir.
Bu noktada alevi temsilcilerin dile getirdiği ve yakın geçmişte siyasi bir tasarruf olarak gerçekleştirilen maddi yardımı esasta doğru, ancak şekilde son derece yanlıştır. Süphesiz ki devlet kontrolünde, alevi kültürünün yasatılması ve dejenerasyonun önlenmesi yerinde bir harekettir. Ancak diyanetten ayrı böylesi hareketler, ayırımları körükleyici ve sorunları provake eden bir işlem olacaktır. Böylesi işlemlerin sonunda gelebilecek olan hristiyan, musevi, ateist ve hatta değişik sünni tarikatların isteklerinin yaratacağı sorunları düşünmek bile ürkütücüdür.
Sonuç olarak: Avrupa'nın 14.-15. yy. da yaşadığı yüzbinlerce can kaybı ile sonuçlanan mezhep kavgaları, günümüz Türkiye'sinde özellikle dışarıdan kaynaklanan tahriklerle alevlenmek istenmektedir. Üzücüdür ki, gaflet ve hatta delalet içindeki bir takım siyasi guruplar da olaya katılmaktadır.
Gelecekteki büyük Türkiye için bir olmak, iri olmak ve diri olmak gerekliliğine inanan Türk milliyetçileri, bu kavganın içinde yer almamalıdır. Unutulmamalıdır ki, her insan, Cenab-ı hakkın mukaddes bir emanetidir. Muhteşem gelecek, bektaşi, alevi, sii ve sünni tüm Türklerin ortak eseri olacaktır.